13 Mayıs 2010 Perşembe
Yeremya peygamberine seslenen Tanrı ise: cinlere yakılarak kurban edilen çocukların durumu için: “BUNU BEN EMRETMEDİM, AKLIMDAN DA GEÇMEDİ, GÖZÜMDE KÖTÜ OLAN MEKRUH ŞEY YAPIYORLAR” diyor. (Bak. Yeremya 7:30-31.)
İsraillilerin çocuklarını cinlere, ateşte yakılan kurban edilmesini, Yeremya’nın Tanrısı “emretmemişse, böyle bir şey aklından bile geçmemişse;” hatta “böyle bir şey gözünde kötü ve MEKRUH” ise; CİNLERE YASAKLADIĞI ve aklından bile geçirmediği böylesine “MEKRUH, VAHŞET VE ÇILGINLIĞI; Tanrı, KENDİSİ için, İbrahim’den nasıl, hangi vicdan ve dürüstlükle isteyebiliyor?
Yaratılış kitabının tanrısı, Hz. İbrahim’den oğlu İshak’ı yakılan kurban olarak istemesi; yüce Tanrıyı, “Hinnom oğlu deresinde” sunulan kurbanlarla aynı düzeye getirmiyor mu? Böyle bir şey, Tevrat tanrısını, cinlerin mekruhluğuyla veya cinlerin vahşet ve çılgınlığıyla eşit düzeye getirmez mi? Bu vahşet, dehşet ve çılgınlık olayı, yani “çocuğunu ateşte yakılan kurban etmek”; cinlere sunulmaya gelince Tanrı’nın “aklından bile geçmiyor, emretmiyor, kötü ve MEKRUH bir şey” oluyor da; “BU MEKRUH VE KÖTÜ ŞEY “, Yani İshak, Tanrıya yakılan kurban olarak sunulunca, birdenbire şekil değiştirerek “KUTSALLAŞIYOR MU? Nedir bu çelişki böyle?
Birinde, çocukların yakılan kurbanlarını CİNLER istiyor; diğerinde “Tevrat tanrısı istiyor. İsteyen varlıklar ayrı, ayrı ama ne yazık ki SONUÇ AYNI! HER İKİSİNDE DE VAHŞİCE BOĞAZLARI KESİLİP YAKILIYORLAR!
Acaba İbrahim’in oğlunu Tanrıya kurban etmesi fikri, orijinal Tanrıdan mı geldi? Yoksa bu efsanevi senaryo; İbrahim’den bile önce, ilkel zamanlardan beri süren; ve ta Yeremya zamanına dek uzanan; (hatta putperest Afrika kabilelerinde bile uygulanan); putperestlerin yaşadığı vahşi ve çılgın bir uygulama mıdır? Acaba, bu uygulama,yani “oğlunu yakılan kurban etmek” eski zamandan kalma putperest geleneğin bir ürünü müdür? Öyle bir ürün ki, pagan tanrıları hayvan kurbanlarla yetinmemişler, sıradan insan kurbanlarıyla da yetinmemişler; hatta “bakire kızlara” varıncaya dek kendilerine kurban istemişler ve de almışlardır.
“Tanrı bana emretti” diye bir baba çocuğunu şimdi kurban etmeye kalksa, “cinnet geçiren çılgın bir deli” olarak bu babayı tutup, derhal tımarhaneye kapatırlar, değil mi? Yakın tarihteki “SATANİSTLERİ” hatırlayın! Aralarına katılanları kestiler, kurban edip kanlarını içtiler...
Orijinal Tanrı’nın, böyle bir vahşeti, yani, Oğlu İshak’ı ateşte yakarak kurban etmesini İbrahim’in sadakatini “denemek” için kullanabilir mı? “Deneyen” bir varlık nasıl “Tanrı” olabilir? Kim, hangi vicdan bunları Orijinal gerçek Tanrıya yakıştırabilir?
Oysa Kutsal Kitapta, “hasta, sakat, sağlıksız, temiz ve uygun olmayan” uygunsuz hayvanların kurbanlarını İSTEMEMESİ DIŞINDA; Tanrı’nın, kan dökerek, hayvan öldürerek sunulan, temiz, sağlıklı ve her tür UYGUNLUĞU OLAN, KURBANLARI da asla istemediğini söylediği ayetler de vardır. Yani, kurbanlık hayvanlar hasta, sakat, uygunsuz olmasa; ama her yönden uygun bile olsa; KAN DÖKEREK sunulan kurbanları, Tanrı’nın hiç, asla istemediğini söylediği ayetler de vardır! Tanrı aşağıdaki ayetlerde açıkça, boğazı kesilmeyen, kanı dökülmeyen; KANSIZ, sadece RUHSAL, MANEVİ kurbanları istemektedir!
Tarihteki putperest dinlerin tanrıları, yani cinler, hayvanlardan tutun da evlatlarına varıncaya dek, “bakire kızlara” varıncaya dek; vahşet kokan kanlı, canlı, kurbanlar istemişlerdir. Aşağıdaki ayetlerde, Kendisini tanımlayan Tanrı; “pagan, putperest dinlerin” kanlı, canlı kurbanlar isteyen tanrılarından, Kendisini ayrı ve uzak tutmaktadır.
Aşağıdaki ayetlerde, ne tür “kurban” olması gerektiği konusunda Tanrı Kendi isteğini tanımlamaktadır. Aşağıdaki Tanrının istemediği kurbanların, istemediği sakat, hasta, sağlıksız, uygunsuz kurbanlarla hiçbir ilişkisi yoktur! Yani, aşağıdaki ayetlerde Tanrı’nın istemediği kurbanlar, hasta, sakat ve uygunsuz türden olan kurbanlar değildir. Kurbana uygun olsalar bile, KANI DÖKÜLEN bu gibi maddi kurbanları, Tanrı İSTEMİYOR! Tam tersine istediği kurbanlar; boğazı kesilmeyen, kanı dökülmeyen, VAHŞET ARZ ETMEYEN, MANEVİ, RUHSAL kurbanlardır! Aşağıdaki ayetlerde, yorumumuz olmadan; Tanrının, ne tür kurbanlar istediğini; ama ne tür kurbanlar istemediğini görmekteyiz.
İSTEDİĞİ “KANSIZ” KURBANLAR!
“Sen KURBANDAN zevk almazsın!... Allah’ın kurbanları kırılmış ruhtur.”
Mezmur. 51:16-17.
“İstediğim Kurban DEĞİL, İYİLİKTİR.” Hoşea. 6:6.
“Rab diyor: Kurbanlarınız çok olmuş Bana ne? Koçların, boğaların, kuzuların, erkeçlerin KANINDAN HOŞLANMAM!” Yeşaya 1:11.
“Sığır boğazlayan, adam öldüren gibidir; kuzu KURBAN eden, KÖPEK BOYNU kıran gibidir. Benim hoşlanmadığım şeyi seçtiler!” Yeşeya 66:3-4.
“ATALARINIZA yakılan takdime ve KURBAN için SÖYLEMEDİM ve EMRETMEDİM! Ancak ‘Bana itaat edin,’ dedim.” Yeremya 7:21-23.
“Rabb’e itaat etmek, KURBANDAN daha iyidir.” 1. Sam. 15:22.
“Adaleti ve hakkı yapmak, Rabb’e KURBANDAN daha MAKBULDÜR.”
Süleyman’ın Özdeyişleri 21:3.
“Tofette, Hinnom oğlu deresinde, çocuklarını ateşte yakarak KURBAN ETMELERİNİ BEN İSTEMEDİM! Aklımdan da geçmedi! Kötü ve mekruh şeyler yaptılar!” Yeremya 7:31.
“Rabb’in karşısına ne ile çıkayım? Yakılan takdime ve buzağılarla mı çıkayım? Binlerce koçlardan, on binlerce yağ sellerinden Rab hoşlanır mı? Günahım için ilk oğlumu, canımın suçu için bedenimin semeresini mi vereyim?... Ey adam! İyi olanı sana bildirdi! Hak olanı yapmak, merhameti sevmek, Allah’ınla alçak gönüllü olarak yürümekten başka, RAB SENDEN NE İSTER?” Mika, 6:6-8.
“Allah’a daima HAMT KURBANINI, iyilik ve iane etme KURBANLARINI sunalım! Çünkü Rab, bu gibi KURBANLARDAN HOŞLANIR!!” İbr. 13:15-16.
“Allah’a hoş görünen makbul KURBAN olan armağanlarınızı aldım.” Fil. 4:18.
“Mesih sizi SEVDİĞİ gibi; hoş kokulu bir rayiha olarak Kendisini Allah’a KURBAN olarak sunduğu gibi; siz de (EN HARİKA KURBAN OLAN) SEVGİDE (yani, sevgi kurbanında) yürüyün.” (Efeslilere 5:2.) vb.
Tüm bu gibi ayetlere bakınca, Tanrı’nın fiziksel hayvan kurbanları istemediğini; ancak manevi veya ruhsal kurbanlar olan: Sevgi, merhamet, adalet, doğruluk, hak, şükran, itaat, iane, sosyal yardımlaşma, gibi... şeyler istediğini; gerçek, makbul kurbanların, Onun katında bu gibi şeyler olduğunu görmekteyiz!
Aynı zamanda bu ayetler, vahşet saçan maddi kurbanları, Tanrıyı sanki “kana susamış” vampir gibi; veya ete susamış “etobur” gibi göstermektedir! Tanrı böyle tanımlanmak istemediğini; kurbanların kanına susamadığını, etlerini yemediğini ve bu gibi kanı dökülen fiziksel kurbanları “emretmediğini” yukarıdaki ayetlerde açıkça söylemektedir. Şimdi yine derin çelişkiyi görebiliyor musunuz?
Bir taraftaki ayetlerde, maddi olarak kanı dökülen KURBANLARIN ayetleri; öbür taraftaki ayetlerde ise, “kan istemeyen, kana susamayan, et istemeyen, ancak yukarıdaki manevi, ruhsal kurbanları istediğini söyleyen ayetler! Şimdi soru ve sorun şudur: Bunlardan hangisi doğrudur? Hangisini uygulamalıyız? Bana kalırsa, hayvanları kesmek, kanlarını akıtmak, onlara can çekiştirmek... BİR VAHŞET OLUYOR! Bakamadığım, gözlerimin ve yüreğimin dayanamadığı bir trajedi! Ben, manevi olan, KANI AKITILMAYAN, VAHŞET KOKMAYAN...ruhsal kurbanları tercih ederim! Bana göre doğru olan da budur! Diğerleri, olsa, olsa ya paganlıktan, putperestlikten; ya da cinlerinkine özenilen ilkellikten gelen deformeler olabilir!
Oysa bu açıklama yüzeyde mantıklı gibi gelse de, hiç de bilimsel ve mantıklı değildir! Çünkü, hayat sadece kanda değildir! Hayat aynı zamanda ve DAHA ÇOK “nefeste” yani soluk almada, yani havada, oksijende, bedensel organlarda, kalpte, beyinde, bağırsaklarda, ciğerlerde midede; içtiğimiz suda, ekmeğimizde... yani, hayatımız pek çok şeylere bağlıdır! Bir insanın kalbini çıkardığınız o anda hayat yok olur! İki dakika nefes alamazsanız hayatınız biter! İntihar eden birinin bilek damarını keserek ölmesi, nefesi kesilerek ölenden daha uzun sürer! Demek ki, hayat için “nefes,” “kandan” daha da önce gelmektedir! O halde “hayat kandadır” demek yerine; kandan daha önce gelen “hayat nefestedir” diye, niye demeyelim ki? Vesaire.
“Tanrı insanı KANLA DOLDURDU ve insan yaşayan can oldu” DİYE YAZILMAMIŞTIR! Ama “Tanrı insana hayat NEFESİNİ ÜFLEDİ ve insan yaşayan can oldu” diye YAZILMIŞTIR! (Bak. Yar. 2:7.) Ayrıca “Hayat veren RUHTUR, beden hiç işe yaramaz” diye de YAZILMIŞTIR. (Bak. Yu. 6:63.)
Evet! Böyle yazan ve vahşeti teşvik eden sözde ayetler var! Ama çelişki burada ki, tersini söyleyen ayetler de var! İşte bazıları: “Yunus” Peygamberin kitabındaki “Nineve” halkına bakın! Bir tek hayvanı kurban etmemişler, tek damla kan akıtmamışlar; sadece “oruçla tövbe” etmişler; Tanrı da onların tüm günahlarını KANSIZ ve KURBANSIZ bağışlamıştır! (Bak. Yunus. 3:5-10.)
Matta, 18:32. ayetine de bir bakın: “Ey kötü kul! Bütün borcunu (günahını) Ben sana bağışladım. Çünkü BANA YALVARDIN...” Burada da yine kurbansız ve tek damla kan dökmeden, sadece “yalvarmakla” bağışlayan bir Tanrı var!
Orta doğudan, Yahudi çevresinden oldukça uzaklarda yaşayan; hatta İsa’nın kurtuluş mesajından haberleri olmayan; İsa’dan binlerce yıl önce ve İsa’dan sonra yüzlerce yıl sonra, Cristof Colomb’a dek; o zamana kadar bilinmeyen beş ayrı kıtalarda yaşayan milyarlarca insanlar; ne Yahudi kurbanlarından, ne de İsa’nın kanından ve kurtarıcılığından haberleri yoktu. Eğer bu insanlar “vicdanlarına göre” (Bak. Rom. 2:16.) yargılanıp; içlerinde kurtulabilecek insanlar çıkacaksa; bunları da Tanrı yine KANSIZ VE KURBANSIZ affetmiş ve kurtarmış olacaktır. Vesaire.
Tanrı: “Beni kana susamış vampirlere” veya “ete acıkmış etobur canavarlara” benzetmeyin! Eğer kana susasaydım, ete acıksaydım, sana sormazdım, dünyanın tüm hayvanları Benimdir... Atalarınıza böyle kanlı kurbanları ben emretmedim...” derken: (Bak. Mezmur. 50:9-14. ve Yeremya 7:21-23.) vs. İlle de o vahşi, insan doğasına aykırı çılgın KAN DÖKMEYİ seçmek, zevkli bir şey mi? Tanrıyı hoşnut eder mi? (Yeşaya 1:11.) Yoksa bizzat Kendisinin söylediği gibi ve putperestlerin cinleri gibi, Onu “kana susamış, etobur...” gibi tanımlayarak alçaltır mı?
Kilise tarihindeki azizlerden biri, putperestler tarafından yakılarak idam ediliyordu. Ona son kez sordular: “Senin sahte Allah’ını ve İsa’nı inkar edersen, seni yakmayacağız...” Oysa aziz kişi, Allah’ın ve İsa’nın, sözlerle anlatılmaz ve anlaşılmaz, ancak yaşayanın bildiği o ifade edilemez, büyüklüğünü, güzelliğini, tatlılığını, görkemini, celalini, haşmetini... gördüğünde; gördüğü anlatılmaz muhteşem değerin hayranlığı ve sevgisi içinde şöyle bağırmıştır: “Ben şimdi, ne ateş ne duman, ne de yakma görmüyorum. Ben acı ve yanma da duymuyorum. Burada anlatamayacağım o denli harika ve muhteşem bir şey var ki, Ona, Tanrıma ve İsa’ma odaklandım. Başka bir şey ilgimi, dikkatimi ve duygumu... çekemiyor...!”
Aziz İstefanos da taş ölümüne mahkum edildiğinde, bedenine inen gümbür, gümbür öldürücü taşların darbe acılarını duymuyordu bile! Onun beyni, gözü ve bedeni, İsa’nın ayakta onu bekleyen o harika görüntüsü ile hayranlık duyuyordu sadece! (Elç. İş. 7:55-56.)
Bir üstünüz veya mahcup olacağınız bir büyüğünüz... sizden bir itaat istiyordur. Aslında bu itaat etme, size anlamsız ve zor geliyordur. Ama mecburiyetten dolayı itaat ediyorsunuzdur. Bu itaat, “İTAAT KURBANI” değildir! “İtaat kurbanı” da, hayranlığın, sevginin... doruğundaki bir anlayışla, bir duyguyla, seve, seve aşkla, sevinç ve mutlulukla yapıldığında “itaat kurbanı” sayılabilir!
Gerçekten fakir olan bir tanıdığınız sizden yüklü bir yardım parası istiyordur. Bu yardımı edecek paranız da vardır. Ancak, bu parayı verdiğinizde, epeyi bir para kaybedeceğinizi bilerek üzülüyorsunuz. “Şimdi bu adam da nereden karşıma çıktı? Versem bir türlü, vermesem bir türlü...” diye ıhlayıp pufluyorsunuz. Sonunda adamın yalvarışlarıyla vicdanınızı rahat ettirmek için parayı veriyorsunuz. Bu para “İANE KURBANI” değildir, olamaz da!
“İane kurbanını” da içten gelen, sevinç ve mutluluk içinde, seve, seve; hayranlık ve sevginin doruğunu yaşadığınız için; kimsenin baskısı ve zorlaması altında olmadan; gönüllü bir teşvikle yapmanız gerekmektedir!
“Leyla ile Mecnunu” hatırlayın! Romeo ve Jülyet’i hatırlayın! Buradaki sevgiler, cinselliği aşan, Grekçe’de “Agape” (Tanrı aşkı) anlamını taşıyan ve cinselliğin “Eros’u” ile ilgisi bulunmayan bir sevgi ve sevginin teşvik ettiği “ölüm” kurbanlarıdır.
Ermenistan’daki o büyük deprem sonucunda, enkazların arasında hala canlı aranırken; acayip veya ilginç bir manzarayla karşılaşmışlar: Ağır enkazların altında köşeye sıkışmış ama ölmüş bir anne. Kucağında ise hala yaşayan bir bebeği var. Ölmüş annenin parmağı da kucağındaki bebeğin ağzında emzik gibi emiliyor.
Sonra anlaşılmış ki, kendisinin zaten öleceğini anlayan anne, bebeğinin ölmesini istememiş. Hayatından daha çok sevdiği bebeğinin yaşaması için oracıkta bir çözüm bulmuş! Cebinden bir çakı aramış bulamamış. Etrafında bir cam parçası, bir bıçak aramış bulamamış. Sonra derin bir nefes almış, parmağını ısırmağa ve delik açmağa çalışmış. Parmağından akan kanı, küçük yavrusunun ağzına sokmuş. Çocuk bu kanı emerek hayatta kalmış. Anne, kimsenin baskısı altında kalmadan, kimse ondan İSTEMEDEN, bebeği için kurban olmuş, hayatını vermiş!
İşte İsa Mesih’in “sevgi kurbanı” da böyle olmuştur. Kimse ondan istememiştir. Hiçbir zorlama altında da kalmamıştır. Ancak, sana ve bana, tüm insanlığa duyduğu ifade olunmaz hayranlık ve sevginin bir örneği olarak; içten gelen, gönüllü bir istekle, seve, seve SEVGİ UĞRUNA, uğrumuza kurban oluştur!
“Hey, dostum bana bak! Eğer Tanrıya “iane kurbanı” sunmak istiyorsan, bu fakire şu kadar para vermelisin...” Böyle kabaca bir kurban isteme olamaz! Veya: “Hey kulum İbrahim, biricik oğlunu, yakılan kurban olarak senden istiyorum...” Yüce Tanrıya kaba, hakaret ve nezaketsizlik atfeden bu tür bir kurban İSTEMEYİ asla Ona yakıştıramıyorum! Bu ne iane kurbanıdır, ne de canlı kurban isteme şeklidir. Bu sadece, küstah, kabaca, ya da kibarca vicdanı etkileyerek soymak gibi bir şey olur!
Ancak benim, içimden geldiğinde, yardımseverliğin, sevginin... hayranlığının doruğundaysam, karşıdaki kişi benden istemeden bile; ben seve, seve gönüllü olarak veririm...
Bu yüzden, güya Tevrat Tanrısının durup dururken: “Hz. İbrahim;i deneyerek; Biricik oğlunu bana kurban etmeni istiyorum” (Bak. Yar. 22:1) şeklindeki bir kurban isteme şeklini; orijinal Tanrıya yakıştıramıyorum. Yakıştıramıyorum, çünkü 1.- Tanrı DENEMEZ! Deneyen bir varlık da Tanrı olamaz! Tanrı, her şeyin öncesinde, ne olacağını çok iyi bilir! 2.- Yakıştıramıyorum, çünkü, Hz. İbrahim Tanrıya o denli aşık olur ki, Tanrıya o denli anlaşılmaz ve sözlerle anlatılmaz bir hayranlık ve sevgi doruğuna ulaşır ki; Tanrı ondan İSTEMEDEN; İbrahim gönüllü olarak, içten gelerek, sevinç ve mutlulukla, seve, seve Tanrıya en değerli olanını bile kurban edebilir. Onu da, İshak’ın dışında, sadece ve sadece KENDİ BEDENİNE AİT OLANDAN... Yani, EN DEĞERLİ OLANINDAN...
B.)Yaradılış kitabının tanrısı, insana da “alın teriyle ve zahmetle ekmek yemesi...” lanetini verilmişti. Bir telefonla milyarlar kazananların “alın teriyle ve zahmetle ekmek yemeleri” laneti de nerede kalıyor? Bu lanetten sadece zavallı çiftçiler, hamallar, sırtlarında ağır yük taşıyanlar... mı nasiplerini alıyorlar? Yar. 3:14, 17-19.
“İnsanın günahı yüzünden hayvanlar vahşi ve yırtıcı oldular” inancı doğru mudur? “Yaratılış” kitabının Tanrısı, daha insanı yaratmadan ve günah oluşmadan çok önce “deniz ve orman CANAVARLARINI” yaratmamış mı? Cins, cins, boy, boy, hilekar, yırtıcı ve yabani hayvanlar yaratmamış mı? Bunların “en hilekarı” olarak da yılanı yaratmamış mı? (Bak. Yar. 1:21. 3:1. Bak. Eyup 41:1-34.)
ZEVAL VE SON BULUYOR!
“Çünkü birinci ahit KUSURSUZ olsaydı, ikinciye yer aranılmazdı. Çünkü onlarda (birinci ahitte, yani Tevrat’ta) KUSUR BULARAK diyor:...” vs.(İbr. 8:7-8, 13.)
Kutsal Kitaba giren KUSURLAR, ya ilkel, yazarlarla; ya ilk el yazması metinleri korumakla veya aktarmakla sorumlu olanlarla; ya da tercüme edenlerle; (günlerimizde daha barizce ve konumuzun içinde yukarılarda gördüğümüz gibi) zaman sürecinde maalesef oluşmuşlardır. Bu kusurların hepsini bu yazılarda tek, tek bulup göstermiş değiliz. Ancak örneklerini ve yöntemini gösterdik! Anlatılan ayetlerde:
1.- Tanrıya hakaret edilmesi, aciz insan düzeyine alçaltılması veya yüceltilmemesi;
2.- Tanrısal Özelliklerin yıpratılması, korunmaması ve kaybolması;
3.- Tarihsel, coğrafik ve zamanlama hatalarının yapılması;
4.- Paganlıktan / Putperestlikten alınan, efsane veya mitolojilerinin bulunması, gibi
5.- Aldatmacalardan, aldatmacaların hayal kırıklığından; gerçeklerin verdiği özgürlüğü yitirmemek ve manevi “tutsaklar” olmamak için!
Oysa burada, Tanrıyı alçaltan ve Tanrıya hakaret eden fahiş bir hata daha bulunuyor! İnsan, bir adresi veya koyduğu bir şeyi veya objeyi... nereye koyduğunu eğer unutmamışsa; yani nereye koyduğunu iyi biliyorsa, onu asla ARAMAZ! Gider ve koyduğu yerden onu şıp diye bulur. Ama insan adresi bilmezse, kaybettiği şeyi veya koyduğu yeri unutursa, veya hatırlayamazsa veya bilemezse, zavallı insan; onu buluncaya dek aramak zorundadır.
Bu tercümede, aciz ve zavallı bir insan gibi, “ARAYAN” bir tanrı kavramı üretilerek hata yapılmıştır. Bu öyle hatalı bir tanrıdır ki, koyduğu şeylerin yerini, yani insanların yüreklerini, yüreklerdeki gerçek tapınma arzusunun kimde ve nerede olduğunu bilemiyor, hatırlayamıyor, unutuyor... ve bulmak için başlıyor, aciz ve zavallı insan gibi “ARAMAYA!”
İşte, koyduğu yeri bilmeyen, hatırlayamayan veya unuttuğundan dolayı arayan aciz bir “allah!” hakkında yazılan diğer ayetlerden bazıları: Lütfen okuyun! (1. Sam. 13:14. Eyub. 3:4. Mezmur. 44:22. Vaiz. 3:15. Hezekiel. 20:40. 22:30. 34:16. Amos. 9:3. Luka. 13:6. Yu. 4:23.)vs.
Ne yazık ki bu ayetleri yazanların “arzulamak veya istemek” sözcükleri yok olmuş! “İstemek” yerine, aciz insan belirtisi olarak “aramak” sözcüğünü kullanmışlar! Oysa Yuhanna 4:23 ayetindeki “aramak” sözcüğü yerine, başka tercümelerde “istemek” ya da “arzulamak” sözcüğü kullanılmıştır!
“Allah kendine böyle tapınanları ister veya arzular” şeklindeki tercüme doğru ve uygundur. Çünkü “İstemek” veya “arzulamak” doğal olarak Tanrı özellikleriyle çelişmez. İnsanlardan doğru bir tapınmayı “İstemek” veya “arzulamak” Tanrı’nın doğal hakkıdır! Ama, insan kalbini ve onun arzularını unutan, kaybeden, hatırlayamayan, koyduğu şeyleri ve yerini bilemeyen; bu yüzden “ARAYAN” bir varlık, hafızasını yitirmiş zavallı bir insana benzer ve hiçbir zaman da “Allah” olamaz! Siz, koyduğu şeylerin yerini bilemeyen, hatırlayamayan, unutan ve bu yüzden de “arayan” bir “allah’a” inanmak ister misiniz? Ben istemem! Kim isterse onun olsun ama, ben kendi Allah’ıma bu tür hakaretler ettirmem!
ACİZ İNSAN GİBİ UYUYAN,
UYANDIRILAN VE UNUTAN BİR “ALLAH!”
“UYAN! Niçin uyuyorsun Ya Rab? ... Düşkünlüğümüzü ve mağdur olmamızı niçin UNUTUYORSUN?” (Mezmur. 44:23-24. 7:6. 35:23. 59:4. 78:65... vs.) Tanrıya hitaben: “Uyan! Niçin uyuyorsun Ya Rab...” demek yerine: “Ya Rab niçin müdahale etmiyorsun? Niçin sükut ediyorsun? Niçin görmezlikten geliyorsun? Niçin yardım etmiyorsun?...” gibi sözler kullanılsaydı; acaba anlaşılması güç “Çince” veya “Japonca” gibi mi olurdu? Kutsal Kitabı yazanların veya tercüme edenlerin sözcük hazinesinde; yukarıdaki örneklere benzer, Tanrıya hakaret etmeyen; Tanrıyı alçaltmayan, aciz insanla eşdeğer tutmayan... sözcükler bulunmuyor muydu acaba?
KÖTÜLÜK İŞLENİRKEN, TANRI DA MI “UYUYORDU?”
Tanrı’nın ruhsal tarlasına düşman, yani şeytan “deliceler”, yani, günah tohumu ekiyor. Delicelerin tarlaya, yani dünyaya nasıl ekildiğini soran hizmetçilere, tarla sahibi olan Tanrı: “herkes uyurken bunu bir düşmanın ektiğini” söylüyor. (Bak. Matta 13:25.) “Tarla sahibi” olan Tanrı’nın söylediğine göre: “herkes uyurken düşmanın delice ekmesi;” uykudaki bilinç altı nedeniyle, görememe, bilememe, haber alamama, kontrol edememe... gibi bir durumdan kaynaklanıyor! Bu “uyku” durumu olmasaydı; düşman tarlaya “delice” ekme fırsatını bulamayacaktı. Şimdi yine, soru ve sorun şudur:
“İşçi ve hizmetçiler” Tanrı olmadıkları için uyuma gafletine veya acizliğine düşebilirler! Veya “uyku” ile simgelenen her ne acizlik varsa, bu duruma düşebilirler. Ama tarlanın esas sahibi olan Tanrı, tarlasına “delice” ekildiği zaman, O ne durumdaydı? İşçi ve hizmetçileri gibi, O da mı uyumuştu? İşçi ve hizmetçiler “uyusalar” bile; eğer Tanrı uyanık olsaydı, düşmanın Kendi tarlasına delice ekmesini mutlaka engellemez miydi?
Yoksa, Tanrı da “uyumuş olduğundan” dolayı müdahale edememiş midir? Tanrı da mı “uyku” gafletine veya acizliğine düşmüştür? Burada anlatılanlar “bir simge, bir benzetmedir” diyerek, görmezden gelmeli, geçip gitmeli, üzerine bir sünger çekerek sildiğimizi mi zannetmeliyiz? Her simge veya benzetmeyle bizlere bazı gerçekler anlatılmıyor mu?
Bu benzetmede “UYKU İLE” simgelenen şey ne olabilir? Olsa, olsa, “uyku” ile simgelenen gerçek, uykudaki bilinç altı denilen, çevremizde olup biten olayları görememek, bilememek, denetleyememek, kontrol edememek... anlamlarını taşımaz mı? Dinsel bağnazlık olmadan, eğer gerçekçi olursak, “deliceler” ekildiği zaman, Tanrı’nın da “uyumuş” olduğu, yani, uykudaki o görememek, bilememek, denetleyememek... durumunda olduğu gerçeği ortaya çıkmıyor mu? Yoksa en yüce güce sahip olan Tanrı, kendi tarlasını düşmanın tohumundan mutlaka engellerdi, değil mi?
Olayın başka bir boyutu daha var: “Delice” tohumunu kim yarattı ve toprağa kim ekti? Tevrat’a bakacak olursak, “Delice” ile simgelenen kötülük tohumunu “bir düşman” değil; “iyilik ve kötülük ağacını” yaratarak ve topraktan bitirerek; uyanık ve bilinçli bir durumda; bizzat Tevrat tanrısının yarattığını ve ektiğini görürüz: (Bak Yar. 2:9,17.) Bu hikayedeki uyuyanların “uyku” simgeselliğini nasıl çözümleyebilirsiniz? (Matta 13:24-28.) Uykuda, bilinç altında oluşan, bilememe, görememe, denetleyememe, kontrol edememe... gibi anlamlar ifade etmekten başka alternatifleri var mı?
Sayın okuyucularım! SİZCE, yüce Tanrıyı “uyku gafletine” düşüren bu hikayeyi, İsa gibi biri anlatmış olabilir mi? Tanrıyı aşağılayıcı böyle bir hikaye anlatımı, İsa’nın karakterine yakışıyor mu? Aynen, Mezmurlarda ve başka kitaplarda Tanrıya hitaben: “Uyuma, uykundan uyan ve kalk...” gibi ifadeler Davut peygambere veya diğer kutsal peygamberlere yakışıyor mu? Yoksa bu tür bozuk, çarpık, hakaret dolu marjinal ifadeler, yine Kutsal Kitaba, zaman sürecinde yapılan saldırıları, deformeleri mi kanıtlıyor?
İSA MESİH, “İNCİR AĞACIYLA” ŞOVMENLİK YAPAR MI?
İsa güya, MEVSİMİ OLMAMASINA RAĞMEN; üzerinde incir bulunmayan incir ağacını, incir bulamadığından dolayı, lanetleyerek kurutuyor! (Markos 11:12-14, 20-21.) Böyle bir davranış şekli; İsa Mesih’in “ezilmiş kamışı kırmayan ve tüten fitili söndürmeyen”: (Yeşaya 42;3.) O tatlı, harika ve sevgi dolu karakter yapısını yansıtıyor mu? İncil’deki, bu tür bir hikayenin, akılsız ve anlamsız bir “şovdan” başka bir anlamı var mı? Bu pasaj İncil’e nasıl girmiş? Böyle bir olayı yaşatmak veya yaşamak, İsa’nın genel karakterine yakışıyor mu? Zoraki yorumlara göre, İncir ağacı “Yahudileri simgelese bile” bu neyi değiştirir ki?
İsa gibi biri, incir mevsimi olmadığını bilemeyecek kadar akılsız olur mu? Üstelik incir mevsimi olmadığını bile, bile, ağaçta incir bulmak için gitmek kadar büyük aptallık olur mu? Dahası, mevsimi olmadığı halde, inciri olmayan bir ağacı “lanetlemek ve kurutmak” kadar acımasızlık, insafsızlık, adaletsizlik, akılsızlık... İsa’ya nasıl yakıştırılır? Hele, hele, “lanet” sözünü, O harika İsa’nın ağzına yakıştıran ve bunu körü körüne kabul edenlerin, hiç mi vicdanları sızlamıyor? “Ağzınızdan hiç lanet sözü çıkmasın” diye uyaran İsa: (Bak. Yak. 3:9-11. Ef. 4:29. Kol. 3:8. vb.) Nasıl olur da kendisi lanet eder?
Zoraki yorumlarla, İncir ağacının İsrail’i simgelemesi, bu çarpıklığı düzeltir mi? Eğer incir ağacı “Yahudileri” simgeliyorsa, kuşkusuz, bir ağaç gibi; Yahudilerin de ürün verecekleri ve vermeyecekleri mevsimleri, dönemleri olmalıdır. Bu mevsimleri, dönemleri koyan da bizzat Tanrıdır. “Şu mevsimde şu ağaç meyve veremeyecek” diye kural koyan bizzat Tanrıdır! Bu ister fiziksel ağaç, isterse ruhsal, simgesel ağaç olan İsrail için de geçerlidir. Mevsimi olmadığı için meyve vermeyene bereket vermek yerine; lanetlemek ve kurutmak, hak mı? Hoş mu? İsa’ya yakışır mı?
Bu anlamsız ve çarpık hikayede:
1.- Kendi koyduğu mevsim kuralıyla çelişen bir tanrı kavramı üretiliyor!
2.- Şovmenlik veya sihirbazlık yapan “adi bir İsa” resmi çizilmeye çalışılıyor!
3.- İsa, sıradan bir insandan daha da çılgınca ve aptalca davrandırılıyor!
Eğer mevsimi olmadığından dolayı, İsa meyvesi olmayan ağacı lanetleyip kurutacağı yerde; ona bereket verse, mucizesiyle canlandırsa, meyve veren şekle getirse; bu durum tabii ki İsa’nın karakterine yakışır; yücelir, doğru bir iş yapmış olur ve bu denli alçaltılmazdı. İsa’yı yüceltmeye değil, alçaltmaya yönelik bu olayı, İsa’nın yaşadığına ben inanmıyorum. İsa’yı, alçaltan, akılsızca şovmenlik yapmağa düşüren bu talihsiz hikaye de, diğer deformasyonlardan veya saldırılardan biri olarak, zaman sürecinde İncil’e sokulduğunu düşünüyorum!
ACİZ İNSAN GİBİ “ŞAŞAN” BİR ALLAH!
Lütfen okuyun! (İşaya 59:16. 63:5. Matta 8:10. Mark. 6:6.) vs. Bu gibi ayetlerde “Allah’ın şaştığı” yazılıdır! Şaşma sözünün, Türkçe sözlük açıklaması şöyledir: “Umulmayan, bilinmeyen, beklenilmeyen; ya da oluş şekli anlaşılmayan bir olgu karşısında, düşünce karışıklığı geçirmek.”
Yüce Allah’ı maalesef kılıktan kılığa sokan ve insan gibi aciz duruma düşüren deforme yazılar, burada da maalesef “şaşan bir allah” tablosu vermektedir! Yani buradaki “allah” “ummadığı, bilmediği, beklemediği, anlamadığı olgular karşısında, düşünce karışıklığı geçiren, yani aciz bir insan gibi “şaşan” karaktere sahip olarak tanımlanarak; yine Ona o büyük hakaret ve küfürlerden biri yapılıyor!
TANRI’NIN ACİZ BİR İNSAN GİBİ:
“BELKİ” TAHMİNLERİ OLABİLİR Mİ?
Her şeyin sonucunu çok önceden çok iyi bilen Tanrı’nın, aciz insan gibi: “BELKİ” TAHMİNLERİ nasıl olabilir? Tanrı, İncil’de güya: “... Belki bircik oğlumu dinlerler...” demektedir! (Bak. Luka 20:13.) Bu “belki” sözünü, Tanrı’nın ağzına İsa mı koydu? Yoksa Tanrı özelliklerini bilmeyen aciz, ilkel tercümanlar, kitabı aktaranlar, korumakla yükümlü insafsız insanlar mı?
“Belki” gibi sözleri Tanrı’nın ağzına koyarak, Onu alçaltmak veya aciz bir insana benzetmek yerine; örneğin şu söze benzer bir ifade kullanılmış olsaydı anlaşılması çok zor, “Çince, Japonca..” gibi mi olurdu?
Örneğin: “...Biricik Oğlumu da dinlemeyeceklerini bildiğim halde, yine de göndereceğim...”
Böyle bir ifade, Tanrıyı alçaltmazdı! Tersine, Teolojide veya Tanrısal Özellik tanımlamasında daha da gerçekçi olurdu! Bu hikayede Tanrı’nın ağzına “belki” sözcüğünü İsa Mesih mi koydu sanıyorsunuz? İsa Mesih gibi birinin, Tanrıyı alçaltan, aciz insana benzeten “belki” tahminlerini, Tanrı’nın ağzına koyması mümkün mü? Böyle bir şeyi kim, nasıl İsa’ya yakıştırabilir?
İncil’deki “belki” sözcüğünü İsa asla kullanmaz! İsa’nın Tanrıbilimi, yani –Teolojisi- yeterli ve harikadır! O halde, yüce Tanrı’nın ağzına Onu alçaltıcı ve aciz insana benzetici “belki” sözcüğünü acaba kimler, hangi ilkel, geri kafalı insanlar, hangi amaçlarla koydu? Acaba yine bir tercüme hatası mı? Acaba yine Kutsal Kitaba zaman sürecinde yapılan saldırı deformasyonlarının bir tekrarı mı?
NETİCE ! SONUÇ !
Gerek tüm Kutsal Kitabı, gerek bu yazıların tümünü toplayıp bir özet çıkartacak olursak; “Tanrı’nın ezeli programı” olarak bize sunulan tasarının özü şu noktada sonuçlanıyor:
Eğer Tanrı’nın iradesine göre İsa Mesih’i simgeleyen “kuzu” ezelden boğazlanmışsa; (Bak. Esinleme 13:8. 17.8.) Dünyamızdaki tüm maddi ve ruhsal program buna göre düzenlenmiş olması gerekiyor. Yani: 1.- Günah olgusunun yaratılarak, yoktan var edilmesi gereği. 2.- Günah olgusunun karşısında insanın zayıf, kırılgan malzemeyle yaratılması. 3.- İnsanın günah olgusuyla karşı karşıya getirilmesi. 4.- Günah olgusunun karşısında insanın mutlaka düşmesi, mağlup olması veya “günahkar” olarak damgalanması. 5.- İnsanın yasağı çiğneyebilecek, itaatsizlik yapabilecek, özgür seçeneğini kötüye kullanabilecek imkanlara sahip olan bir mekanizmayla yaratılmış olması. 6.- Her halükarda, sonuçta insanın “günahlı” olabilmesi.
Çünkü, tüm bunların tersi yaşanacak olsa, “ezelden tasarlanan, boğazlanan kuzu programı” asla gerçekleşmeyecektir. Bu durumda da Tanrı, aslı astarı olmayan hayali, “bir program” tasarlamış olacaktır. Bu noktada, yukarıdaki yazılarımızdan tekrar hatırlatma yapalım: Örneğin: Doğamızda “pislik veya kirlilik” olgusu olmasa, temizlenmeğe, temizlik maddelerine veya hijyene hiç gerek kalmayacaktır. Hastalık mikropları veya hastalıklar hiç olmasa; tıp doktorlarına, profesörlere, operatörlere, uzmanlara, asistanlara, eczanelere, ilaçlara, hastanelere, hasta bakıcılara, alet edevatlara... asla hiç gerek ve ihtiyaç kalmayacaktır.
Bunlar gibi de, “GÜNAH” denen olgu hiç var olmasa, “dinlerdeki arınma, arındırma, kurtulma, kurtarılma, Kurtarıcı...” gibi şeylere asla ihtiyaç ve gerek kalmayacaktı!
Eğer “ezelden boğazlanan kuzu” programı, gerçekten de orijinal Tanrı’nın tasarısı ise; buna hiçbir insanın aklı, hayali, düşüncesi, yorumu... karışmamışsa; aklı yerinde olan ve kendi iyiliğini isteyen hiçbir kimse buna karşı koymaz ve reddetmez! Tersine, affını, arınmasını, temizlenmesini, barışını, sonsuz mutlu yaşamını, cennetini sağlayan bu kurtuluş müjdesi için; Tanrıya sonsuzlarca minnet, şükran ve hamtlarını sunar! Reddeden, sadece bindiği dalı keser ve kendine kötülük eden budala, akılsızın biri olur. Kendi açımdan bu noktayı vurguladıktan sonra; madalyanın öbür tarafını da hatırlatmamda yarar var:
İzlediğim filmlerin birinde, yaşanılmış bir olay canlandırılmıştı. Genç bir erkek bir kızı seviyordu. Ona aşık olmuştu. Ama kız erkeğe yüz vermiyordu. Bu duruma bir çare arayan genç aşık, bir program tasarladı. Para ile kiraladığı birkaç adam, sevdiği kızı sürekli geçtiği bir sokakta üzerine saldırarak korkutacaklardı. Aşık genç tesadüfen kendisi oradan geçerken kızı o adamlardan kurtarmak isteyerek onlarla boğuşacaktı. Adamlar kızı bırakıp, genci dövecek ve kanlar içinde bırakarak kaçacaklardı. Aşık genç de, bu durumuyla kızı ne denli seven bir kahraman, bir kurtarıcı olarak tanınacak ve kızı etkileyecekti.
Adam kiralık saldırganlarını kiraladı, senaryosunun tasarısını olduğu gibi işledi. Kız, kendisinin sevgisi ve kurtarılması uğruna, kanlar içinde, ölesiye seve, seve dayak yiyen kahraman sevgilisini bulmuştu. Parayla kiralanmış haydutların elinden kurtarılan kız; yerde kanlar içinde yatan gencin yaralarını ve kanlarını silerken, ona olan hayranlığını ifade ediyor; tatlı öpücüklerini de ihmal etmiyordu... Sonra da bir güzel evlendiler. Ama kız, bu sevgi dolu evliliğin bir hileyle oluştuğunu bilmiyordu! Bilseydi acaba ne derdi? Ne olurdu? Bu, filme işlenmemişti. Seyirci bu soruyu kendisi yanıtlamalıydı!
Bu filme benzer başka bir senaryoyu da küçükken resimli “Tom Miks, Teksas” gibi çocuk dergilerinde okumuştum. Senaryoda, Amerikalı, ünlü uzman bir Farmakolog Doktor, etkin ilaçlar imal eder ve seyyar at arabasıyla kasaba, kasaba dolaşarak halka takdim eder. Kasabanın birine geldiğinde yine ilaçlarını halka teşhir eder. Amacı, para kazanmaktan ziyade, ilaç yapımında ne denli uzman olduğunu ve özellikle hastalıklarından kurtarmak için ne denli uzman, sevgi ve fedakarlık dolu biri olduğunu göstermektir.
Ama hayret! Kasaba halkı ilaçlara hiçbir ilgi göstermez ve almaz. Bunu gören Farmakolog Doktor, ileri gelen birine sebebini sorar. Farmakolog Doktorun aldığı yanıt ilginçtir: “Sayın Farmakolog doktor. Bu kasabada hiçbir kimse, şimdiye dek hiçbir hastalığa yakalanmadı. İlaçlarını bunun için almıyorlar, satılmıyor. Lütfen başka kasabaya git...”
Farmakolog doktor, büyük uğraş ve emeklerle bu ilaçları hazırlamış ve büyük zahmetlerle bu kasabaya gelmiş olduğundan, bu habere hiç sevinmez! Gecede uykusu kaçar ve ne yapacağını düşünürken ilginç bir formül aklına gelir. Formülünü uygulamak için derhal harekete geçer. Yanına, içi beyaz bir tozla dolu ilaç torbası alır. Gece karanlığında, kasabaya içme suyu akıtan yüksekteki tepeye tırmanır. İshal veya karın ağrısı yapan ilaç tozunu, kasabanın içme suyuna boşaltır!
Sabah olduğunda, ilaçlı suyu içen kasaba halkı, “Ah! karnım! Eyvah ishal olmuşum...” çığlıklarıyla tuvaletlere koşarlar. Biraz sonra Farmakolog doktor istediğini bulmuş ve kendine epeyi iş çıkmıştır! Karın ağrısı ve ishal kesici ilaçları alan alana, kapışan kapışana... İyileşenlerden de bir o kadar teşekkürler, övgüler ve minnettarlıklar...
Akşam olunca, kasabanın ihtiyarları toplanırlar ve bir konsültasyon yaparlar. “Şimdiye dek hiç birimizin karnı ağrımadı ve ishal da olmamıştık... şimdi niye...?” şeklinde akıllarını zorlarken; aralarında bulunan bir çobandan ilginç bir ip ucu açıklaması gelir: “Ben gecede koyunları güderken, uzaktan su yolunun tepesinde, şapkası Farmakologun şapkasına benzer birini gördüm. Ama yüzünü göremedim çünkü karanlık ve uzaktı...” Adamlar derhal suyun kanalı olan tepeye koşarlar. Su kanalının içine dökerken, kenarına serpilmiş beyaz tozlar hala orada durmaktadır.
Adamlar o beyaz tozu alıp da tahlil ettirince, gerçek ortaya çıkar. Farmakolog, uzman ilacını satmak, veya onlara olan sevgisini göstermek için, onları hileyle / zorla hasta ettiği ortaya çıkar! Olayın, yani yaptığı hilenin anlaşıldığını gören Farmakolog Doktor, onu kovmak için halk gelmeden önce erken davranır, her şeyini toplar ve atlarını kamçılayarak oradan kaçmak zorunda kalır...
Şimdi, eğer “Ezelden Boğazlanan Kuzu” ile tasarlanan Tanrı programı, hileyle sevgilisinin kalbini kazanan “aşık gencin” senaryosuna benziyorsa; veya o ünlü farmakologun sağlam kişileri hasta edip de sonra şifalı ilaçlar vermesine benziyorsa; yani, Tanrı da GERÇEKTEN, ezelden böyle planlamışsa; yukarıda dediğim gibi hiçbir sorun yok! Mutluyum! Yüreğim ve alnım da açık! Çünkü orijinal Tanrı’nın yaptığı tasarıyı benim anlamama ve değerlendirmeme asla gerek yok! Tanrı ne isterse öyle yapar! İsteyen kabul eder, isteyen reddeder...
Ama işin kötüsü, burada madalyanın öbür tarafını açıklamak gerekirse; Tanrı bana: “Sana akıl, fikir, anlayış, düşünme yeteneği vermiştim! Sen beni nasıl, ne hakla o hilebaz farmakologa benzetebildin? Sen beni sevdiği kıza kavuşabilmesi için sahte oyun oynayan o aşık gençle nasıl bir tuttun...?” derse, işte o zaman “yandım Allah yandım!” Veya utancımdan yerin dibine girdim!
Yapabileceğim tek şey: “Tanrım, yaklaşık iki milyardan fazla Hıristiyanlar var. Senin Kitabın olduğu söylenen Kutsal Kitapta ise, bunu açıklayan yüzlerce ayetler var. Ben zamanında, yine de madalyanın her iki tarafını da görmeye ve göstermeye çalıştım! Gerçeği ancak Seni görünce öğrenebildim...” gibi sözlerle kendimi savunacağımı düşünüyorum!
Elçi Pavlus da bu konuyu çok düşünmüş olmalı! Tanrı’nın ezelden boğazlanan programı ile olan Kurtuluş tasarsını; veya günahtan kurtuluş müjdesiyle donatılmış Kutsal Kitabın yüzlerce ayetini; getirip bir cümlede özetliyor. Kurtuluş müjdesiyle ilgili yüzlerce ayetin odaklandığı işte tek özet:
“ALLAH HEPSİNE MERHAMET ETSİN DİYE, HEPSİNİ İTAATSİZLİK (GÜNAH) İÇİNE KAPADI.” (Bak. Rom. 11:32.)
Bu sözlerin kaçınılmaz tek anlamı var: Allah’ın merhametini görmek, bilmek, tanımak, tatmak, yaşamak... için; merhamet edilecek duruma düşürülmemiz gerekmektedir. “İtaatsizlik günahları” içine kapatılmamız da, bizi merhamet edilecek duruma getirmiştir. Günah işleyemeseydik, itaatsiz olamazdık. İtaatsiz olmayınca da merhamet edilecek yanımız olmazdı. Bu durumda da Allah’ın merhametini göremez, bilemez, tanıyamaz, tadamaz ve yaşayamaz olurduk! İşte ayetin kısa açıklaması budur.
Buradaki son sorum şudur: “Tanrım, sende çok alternatifler vardır. Merhametinin güzelliğini bize gösterebilmek için başka alternatiflerin de mutlaka vardır. Yani, bizi merhamet edilecek zavallı, kötü duruma getirmeden de merhametinin ve sevginin güzelliğini bize mutlaka gösterebilirdin! Ama eğer pek çok alternatiflerden tek bu alternatifi seçtinse, “iraden mübarek olsun!”
Ama şu merhametini lütfen benden esirgeme: İnanmak ve kabul etmek istediğim bu tek yolun veya alternatifin; sadece ve sadece Senin gerçek yolun ve tasarın olduğundan beni emin et! Kutsal Kitabının koruman altında olmadığını gün ışığı gibi gördüm! Çeşitli aldatmacalarla ve yalanlarla karşı karşıya kaldığım Kutsal Kitabın korunmaması karşısında ve bu dünyada; insanların ürettiği sapık yorumlar, senaryolar, tasarılara inanmış, kapılmış olarak, Seni üzmüş olmayayım! Seni asla üzmek istemediğimi Sen bilirsin!”
Gerçi Kutsal Kitabın bazı ayetlerinde, Tevrat tanrısının “acı duyduğu, nadim veya pişman olduğu” yazılıdır. Örneğin: Yaratılış 6:6-7. 1. Sam. 15:10. 2. Sam. 24:16. Yoel 2:13. Yunus 3:10. 4:2. vesaire. Ancak bu gibi ayetler, doğru Tanrıbilimini / Teolojiyi veya gerçek “Tanrısal esini” yansıtmıyor. Bu gibi gerçek esin olmayan sözde ayetleri, Tanrısal Özellikleri bilmeyenler, acemice Kutsal Kitaba soktukları anlaşılmaktadır.
Bunu biz söylemiyoruz. Bunu, yine doğru Teoloji ve gerçek “Tanrısal esin” olarak kalan, deforme olmamış Kutsal Kitap ayetleri söylemektedir.
Kutsal Kitapta, İşte “Gerçek Tanrısal Esin” Ve Doğru Teoloji:
“İsrail’in güvendiği de yalan söylemez ve NADİM OLMAZ.
Çünkü İNSAN DEĞİL Kİ NADİM OLSUN!” ( Bak. 1. Sam 15:29.)
Kutsal Kitapta, İşte Uyduruk,Tanrısal Esin Ve Yanlış Teoloji:
“Saul’u kral ettiğime NADİM / PİŞMAN oldum.” (Bak. 1. Sam. 15:11.)
Kutsal Kitaptaki bu gibi gerçek “Tanrısal esin” örnekleri; Kutsal Kitaba zamanla sokulan sahte “tanrısal esinleri” meydana çıkarmaktadır.
“Nadim veya pişman olmak,” yukarıdaki doğru ve gerçek ayetin dediği gibi, ilerisini göremeyen, bilmeyen aciz insan işidir! İlerisini bilmeyen aciz insan, yapacağı işin, vereceği kararın nereye varacağını önceden bilemez. Verdiği karar, attığı adım sonra kötü sonuç verince, nedamet / pişmanlık ve üzüntü duyar. Tanrı’nın nadim / pişman olması ve üzülmesi; önceden sonrasını bilemeyen insan gibi aciz eder. İlerisini görememek, bilmemek, verilen kararın kötüye gitmesiyle üzülmek, pişman olmak; Tanrısal Özelliği yok eder ve Varlığı Tanrılıktan düşürür.
Doğru Teolojiler ve gerçek “Tanrısal esiniler,” Kutsal Kitaba zamanla sokulan uyduruk, bozuk, çarpık “tanrısal esinleri” belli etmektedir. Tıpkı, yukarıdaki örmek gibi. Şu halde, Kutsal Kitapta her yazılanı, gerçek “Tanrısal esin” olarak kabul etmek zorunda değiliz. Sadece Doğru Teolojiye ve Gerçek Tanrısal Özelliklere uyanları kabul etmeliyiz! “ÜZÜLMEK, ACINMAK, NADİM / PİŞMAN” OLMAK; ÖNCEDEN BİLEMEMENİN, İMKANSIZLIĞIN, ÇARESİZLİĞİN, ACİZLİĞİN SONUCUDUR!
Tanrı, üzüntünün, pişmanlığın, nedametin ne olduğunu çok iyi bilir. Çünkü bu olgular da Ondan kaynaklanmaktadır. Ama Tanrı, bu gibi negatif veya marjinal şeylere asla bulaşmaz, yaşamaz veya tatmaz. Tıpkı kötülüğün veya günahın ne olduğunu bildiği halde ona bulaşmadığı gibi. Ancak insanı kendi benzerliğinde yarattığından dolayı “üzüntü, pişmanlık ve nedamet” gibi duyguları insana da vermiştir. Ne var ki, insan Tanrı gibi her şeye kadir olmadığından ve her şeyi öncesinden Tanrı gibi bilemediğinden dolayı, “üzüntüyü, nedameti, pişmanlığı” bilir, tadar, ona bulaşır, ve yaşar.
Tanrı niçin “üzülmez veya acı duymaz?” 1.- ÇÜNKÜ GÜCÜ HER ŞEYE YETER! 2.- Çünkü Mezmur’da Tanrı için şöyle yazılmıştır: “SEVİNÇLER TOKLUĞU Senin önündedir...” (Bak.Mez.16:11.) Sevinçle sürekli “tok” yani dolu ve tatmin olan Tanrı, nasıl üzülebilir ve acı duyabilir? Sevinç ve üzüntü, birbiriyle homojen olmayan, karıştırılamayan iki ayrı kontra duygulardır. Eğer sevinçliyseniz, üzülemezsiniz. Eğer üzüntülüyseniz, sevinemezsiniz!
Ayrıca, Mezmur 37: 8. de: “ÜZÜLME O ANCAK ŞERRE GÖTÜRÜR” yazılıdır. Tanrı eğer insanlara üzülmeyi men ediyorsa ve bunun “şerre götüreceğini” söylüyorsa; Kendisi üzülerek nasıl “şerre gidebilir?” Koskoca Tanrı’nın “üzüldüğünü ve ya acı duyduğunu” iddia edenler, “ŞERRE GÖTÜREN” “ACİZLİK VE ŞERRE BATMIŞ” bir tanrı üretiyorlar!
Yine bir örnek vermeme lütfen izin verir misiniz? Ailenizden biri, (Allah korusun) kötü huylu, kansere yakalanınca, doğal olarak şok olur, derinden üzülürsünüz. Çünkü Tanrı bir mucize yapmazsa, sevdiğiniz “ciğer pareniz, bir taneniz” sizden koparılacaktır... Ama eğer Efendimiz İsa bedenen yanınızda olsa ve kanserli sevdiğinize şifa vermek istese, üzüntünüz ve şokunuz bir anda yok olacak, tam tersine sevince, mutluluğa ve zafere dönüşecektir!
Veya sizde Kutsal Ruhun şifa verici armağanı olsa, Kutsal Ruh da hastanıza şifa vermek istese, kanser için dua ettiğinizde, bir anda onu tümüyle iyileştireceğinizden dolayı; üzüntünüz ve şokunuzdan eser kalmayacaktır... Tam tersine, Üzüntünüz ve şokunuz, bir anda sevince, mutluluğa ve zafere dönüşecektir!
İnsan istemediği kötü şeyler karşısında, aciz kaldığı, değiştiremediği, imkanı olmadığı, düzeltmeğe gücü yetmediği... durumlarda, çaresiz ve perişan kaldığı zaman üzülür ve acı duyar. İnsan, gücü yetmeyen çaresizliklerle doludur! Ama Tanrı insan gibi aciz midir? Tanrının gücünün yetmediği çaresizlikler, imkansızlıklar var mıdır? İstemediği kötü, negatif şeyleri anında değiştirmeğe, tümüyle olumlu / pozitif yapmaya imkanı yok mudur? Gücü yetmediğinden dolayı çaresiz ve perişan mı kalır ki üzülsün?
Tanrı’nın üzülmesini gerektiren başka yanlış bir inanç da şudur: “Tanrı insana özgür irade ve seçenek” vermiştir. Tanrı’nın insana verdiği özgür irade ve seçenek, sanki parlamenterlere verilen “dokunulmazlık zırhına” benzetilmiştir. Bu yüzden insanın özgür iradesi ve seçeneğine, tanrı asla dokunamaz. Şöyle ki, Tanrı’nın insana verdiği özgür irade, Tanrı egemenliğinin de üstüne çıkmıştır. Özgür irademiz, Tanrı’nın gücünü ve egemenliğini hapsetmiş, elini kolunu bağlamış, Tanrıyı tümüyle pasif ve etkisiz duruma sokmuştur!.
Oysa Tanrı, insanın kötülük yapacağını önceden biliyordur. Kötülüğü başlatmak üzere olduğunu da görüyordur. Ama ne yapsın ki? Eli ermez, gücü yetmez! Çünkü Tanrı insanın özgürlüğüne ve seçeneğine asla dokunamaz! Çaresiz, alternatifsiz ve olanaksız kalmıştır! Bu durumda tanrı, perişan bir durumda üzülmekten, pişman ve nadim olmaktan, acı duymaktan... başka, bir şey yapamamaktadır! “Özgür irade ve seçenek” inançlarının sahteliğiyle, maalesef Tanrıyı bu çaresiz, imkansız ve perişan duruma sokanlar da var!
“Tevrat tanrısının” gerek “Nuh tufanında” ve gerekse Kutsal Kitabın bazı sayfalarında “üzüntü ve acı duyduğu, nadim veya pişman olduğu...” yazılıdır. Böylece, çaresizlik ve perişanlıkla dolu bir tanrı üretilmektedir! Tanrı’nın üzülmesini, nadim ve pişman olması gibi çaresizliklerin; gerçek “Tanrı esini” olmadığını; uydurma olarak Kutsal Kitaba sokulduğunu; gerçek “Tanrısal esin” olan şu gibi ayetler ortaya çıkarmaktadır:
“İsrail’in güvendiği de NADİM OLMAZ! Çünkü İNSAN DEĞİLDİR Kİ NADİM OLSUN!” (Bak. 1. Sam. 15:29.) Vs. Bu da bir “Kutsal Kitap ayetidir” ama deforme olmamış, gerçek bir esindir!
Oysa hayret edilecek çelişki şu ki, 19 ayet önce, Tevrat tanrısı Samuel peygambere güya şöyle diyor: “Saul’u kral ettiğime nadim oldum!” (Bak 15:1.) Tevrat’ta ne yazık ki, 19 ayet gibi kısa bir sürede yapılan korkunç çelişki hala “kutsallığını” (?!) sürdürmektedir!
Tevrat’ta, Yaratılış kitabında 6:6 ayetinde: “Tanrı, yeryüzünde insanı yaptığına nadim oldu ve yüreğimde acı duydu” yazılıdır. Niye? Çünkü yeryüzü kötülükle dolmuş ve insanın yüreğinin kuruntuları hep kötü imiş! Yeryüzü neden kötülükle dolmuş? İnsanın yüreğinin kuruntuları neden hep kötü imiş?
Yeryüzünü yaratan, yöneten, denetleyen ve egemen olan Tanrı değil mi? İnsanın yüreğini yaratan, arzularını, meyillerini, eğilimlerini, iradelerini, kararlarını... denetleyen, her şeye gücü yeten Hakim, Tanrı değil mi? O halde kötülükten niye şikayet ediyor ve acı duyuyor? “Kötülüğü bilme ağacını” ilk kez yaratan aynı Tanrı değil mi? Bu ağacı, Aden bahçesinin tam ortasına, yani insanın gözleri önüne koyan aynı Tanrı değil mi? Bu ağacın meyvesini çeşitli çekicilik, cazip ve tahrik edici güzellikte yaratan, yine aynı Tanrı değil mi?
“Kötülüğü bilme meyvesini” yemeği yasakladığı halde, yasağını bozacaklarını önceden bilen yine aynı Tanrı değil mi? Aden bahçesinin kapılarını ardına dek açarak; Şeytanın serbestçe içeri girmesini sağlayan veya müdahale etmeyen...aynı Tanrı değil mi? Günah karşısında insanı zayıf bir bünyeyle kırılgan olarak yaratan aynı Tanrı değil mi? Sadece sözlü bir uyarının veya yasağın işe yaramayacağını, itaatsizliğin olacağını, başlangıçta, önceden bilen, yine aynı Tanrı değil mi? Bunları bildiği halde, ilk insanın günaha düşmesi için onu YARDIMSIZ bırakan, yine aynı tanrı değil mi?
Şimdi dünya kötülükle dolduğu için, niye “yüreğinde acı duyuyor ve nadim oluyor? Yaptığı işlerin böyle bozuk, istemediği gibi çıkacağını önceden bilemedi mi? “Özgürlük ve seçenek” palavrasının da, kötüye kullanılacağını önceden bilemedi mi?
İnsanın yüreğindeki “kötülüğü” başlangıçta yaratarak icat ettiği halde; şimdi bunu düzeltmeye, değiştirmeye, ortadan kaldırmağa, yok etmeğe GÜCÜ YETMİYOR MU? Gücü yetmiyor mu ki, acınıp nadim / pişman oluyor? Bu ne biçim bir tanrı? Yoksa ilkel ve aciz bir insan, (veya insanlar) bu yazıları yazarken, gerçek Tanrıyı kendisine mi benzetti, veya Tanrıyı “cinlerin tanrısına” mı benzetti? Tanrıdaki bu acizlikler, çaresizlikler, perişanlıklar nedir, nedendir? Kim Tanrı’nın elini bağlıyor? Kim Tanrıyı engelliyor? Kim Tanrıya baskı yapıyor?...
Sorumuz şudur: “Üzülen, acı duyan, nadim ve pişman olan” bir varlık, çaresizlik ve perişanlık içinde değil midir? Acizlik, güçsüzlük, önlemsizlik, çaresizlik, bilgisizlik...içinde “üzülen acı duyan,” yaptığı işin sonuçta bozuk çıktığını görünce, yaptığı işe pişman olan, çaresiz bir varlık, nasıl “Tanrı” olabilir?
Tanrı başlangıçta böyle bir tasarı yaptı mı? İnsanların “yürek kuruntularının kötü olacağını” önceden bildi mi? Tabii ki bildi! (Bak Yar. 6.5.) Yoksa Tanrı olamaz! Peki, neden ve nasıl insanların yüreklerinin kuruntuları kötü oldu? Yüreği ve yürekteki kuruntuları yapan kim? Yüreğin ve kuruntuların kötü olmasını engelleyebilirken engellemeyen; tersine buna izin veren ve müsaade eden kim? “Özgür seçeneğin” sonuçlarını önceden bilen kim? Yürekteki kötü kuruntuları yoktan yaratan insan mı?
Daha insan var olmadan önce “KÖTÜLÜĞÜ BİLME MEYEVESİNİ” yaratan kim? “Kötülüğü bilme” meyvesinden çıkan günahın tüm ayrıntılarını, kötülüğün tüm olgularını, kavramlarını, fiillerini başlangıçta tasarlayan kim? Kötülüklere doğru gidebilen insanın eğilim, arzu veya meyillerini, insanın bünye mekanizmasına yerleştiren kim? Bu mekanizmanın var olmasını ve işlemesini sağlayan kim? Bu mekanizmayı var etmeyebilirken var eden; veya var etse bile engelleyebilirken engellemeyen; tersine sürekli kötüye doğru meyletmesine ve böyle işlemesine izin veren kim?
İnsanlara verdiği “özgür seçeneği” kötüye kullanacağını; Koyduğu yasağı çiğneyeceğini; İnsanın itaat etmeyeceğini önceden bilemeyen bir tanrı mı var? Biliyorsa, kötü olaylar gelmeden neden önlem alamıyor?
Dünya gidişatında, büyük çoğunluğun, kötüye doğru gideceğini ve sonucun mutlak CEHENNEM olacağını iyi bildiği halde, o insanları niye yaratıyor? Yarattığı halde, kötülüklere niye izin veriyor? Veriyorsa, niye önlem almıyor? Gücü mü yetmiyor? Yoksa aklı mı ermiyor? Özgür seçeneği, yasağını, itaat edip etmeyeceğini bilmek için deney yapan, öğrenim kazanan, insanla bir KOBAY gibi oynayan... bir tanrı mı var?
Tanrı hiçbir şeyi kazanmaz. Hiçbir şeyi Ona veremeyiz! Çünkü her şey zaten Onundur. Tanrı hiçbir şeyi kaybetmez. Çünkü neyin nerde olduğunu bilir ve yoktan var eder. Tanrı, deney, imtihan yapmaz, Çünkü öğrenmeğe ihtiyacı yoktur. Her şeyi öncesinden layıkıyla bilir. Tanrı, nadim, pişman olmaz, üzülmez, acınmaz, merhamet edilecek duruma gelmez. Sonu başlangıçtan bilir ve yanlış bir adım atmaz. (Bak. Yeşaya 46:6-10.) Hatalı bir karar vermez. Çünkü bilgisi tam ve mükemmeldir! Tanrı aciz, perişan ve çaresiz değildir. Gücü her an her şeye yeter!
Buraya dek olan yazıların kısa özeti: 1.- Yeterli bilgi, bilgelik ve deneyim olduğunda, denemeye gerek yoktur. 2.- Tanrı yeterli ön bilgiye sahip olarak hiçbir şeyi denemeğe gereği yoktur. 3.- Özgür irade, seçenek, yasak ve itaatsızlıklar; Tanrı’nın ön bilgisi altındadır. “Özgür irade, seçenek ve yasaklamanın nasıl sonuçlanacağını öğrenmesine ve denemeye ihtiyacı yoktur. Çünkü özgür irade, seçenek ve yasaklamanın nasıl sonuçlanacağını da önceden layıkıyla bilmektedir.
“Özgür irade, seçenek, uyarı, yasaklama, itaatsizlik” gibi kavramlarla; Tanrı’nın her şeyi önceden bildiğini; bildiklerine izin ve müsaade verdiğini maskelemek, kamufle etmek mümkün değildir. Olaylar daha gelişmeden, nereye varacağını, ne olacağını Tanrı önceden biliyor. Tanrı önceden, koyacağı yasağın çiğneneceğini; yaptığı uyarının işe yaramayacağını, özgür seçeneğin kötüye kullanılacağını, insanın itaatsiz olacağını..., kurtarış planının büyük çoğunluğu kapsamayacağını...ve HER ŞEYİ çok öncesinden layıkıyla biliyor. (Bak Yeşaya 46:6-10. vs.
Üzüntü, nedamet, pişmanlık... beliren kötü, sürprizler karşısında acizliğin, zavallılığın, perişanlığın, çaresizliğin sonucudur. Tanrı’nın, her şeye gücü yeter. Tanrı için sorun yoktur. Her şeyin üstesinden layıkıyla gelebilir!
Tanrı özelliklerinde acizlik, zavallılık, perişanlık, çaresizlik... gibi marjinal durumlar yoktur! Marjinal durumlar, Tanrıyı düşürür. Bu yüzden üzüntünün ve acının ne olduğunu bildiği halde, bunları tatmaz, yaşamaz ve bulaşmaz!.
Tanrı nadim, pişman da olmaz. Çünkü nadim veya pişman olmak, atacağı adımın, vereceği kararın, yapacağı işin ne sonuç vereceğini önceden bilmemekten kaynaklanır. Başlatılan işlerin sonunda bozuk çıkmasından nadimlik duyulur. Oysa Tanrı, yapacağı her işinin, her kararının nasıl sonuçlanacağını kesinlikle bilmektedir. Nadim veya pişman olmak, üzülmek, acımak ve merhamet etmek gibi kavramlar; sadece Tanrı olmayan aciz yaratıklar için geçerlidir!
Bunu anlamak için yine bazı sorularla biraz derine inmemiz gerekiyor. Acımak ve merhamet etmek, ne zaman yaşanır? Hiç şüphesiz, acınacak veya merhamet edilecek durumla karşılaşıldığı zaman. Acımayı veya merhamet etmeyi gerektirmeyen zamanlarda bu duygular kullanılmaz. Peki, dünyamızda veya doğamızda neden acımayı veya merhamet etmeyi gerektiren olaylar, durumlar var? Çünkü dünyamızdaki kötülük ve günah yüzünden, insanlar biçare, zavallı, acınacak ve merhamet edilecek duruma düştüler!
Neden Cennettekilerin hiç biri acınacak veya merhamet edilecek durumda değillerdir? Çünkü cennette, deneme, şeytan, günah, kötülüklere itilme, yasaklar, acizlik, zafiyet, günah karşısında kırılganlık, özgür irade ve seçenek ayartması... gibi olgular yok!
“YARATILIŞ VEYA TEVRAT KİTABINDAN İLGİNÇ BİR ARAŞTIRMA!
GÜNAHIN İLK VAROLUŞU VE GÜNAH SORUNU!”
MERHAMET VE ACIMA, DOĞAMIZDA NEDEN VAR?
Acıma ve merhamet duygularını Tanrı ezelden beri bilmektedir. Tanrıdaki, acıma ve merhamet duyguları, her halde boşuna veya süs olsun diye değildir. Tanrıdaki bu duygular, kullanması için vardır!
Bu gerçeğin ışığında: Tanrı kendisinde bulunan merhamet ve acıma duygularını kullanmak istediği için; bunlara gerekli ortamı da hazırlamıştır. Yani, eğer merhamet etme ve acımayı gerektiren gerekli ortamı var etmeseydi; bu duygularını Tanrı nasıl ve kime kullanabilecekti? Bu durumda onları hiçbir zaman kullanamayacaktı! O halde, doğamızdaki “acıma ve merhamet” duygularının, kendiliğinden, tesadüfen veya bizden kaynaklandığını düşünemeyiz. Ama Tanrı, kendisinde ezelden beri var olan acıma ve merhamet duygularını kullanabilecek gerekli ortamı dünyamızda var ederek; başlangıçtaki tasarısını gerçekleştirmiştir.
İNSANINKİNE BENZER ACIMAK VE MERHAMET ETMEK,
TANRISAL ÖZELLİKLE BAĞDAŞMAZ!
Şu halde, sevgi dolu bir babanın ev halkı, babanın elinde olmayan imkansızlıklar ve çaresizlikler nedeniyle acınacak ve merhamet edilecek duruma düşebilir. Sevgi dolu babanın eğer elinden gelseydi, onların bu duruma düşmesine asla izin vermezdi! Şu halde bu örneğe bakarak, tüm dünyanın sevgi dolu “Babası” olan Tanrı’nın da, tüm yarattıklarını rahat ettirmek, mutlu etmek, ve asla acınacak duruma düşmemesini sağlaması gerekmektedir.
Ama eğer yarattığı dünyada gereken mutluluğu Tanrı sürekli sağlayamamışsa; dünyasal aciz babalar gibi; imkansızlıkları ve çaresizlikleri olan aciz duruma düşmektedir. Bu yüzden “acımak ve merhamet etmek” Her şeye kadir olan Tanrının, Tanrısal özellikleriyle bağdaşmaz! Tanrı’nın insan gibi acıması ve merhamet etmesi söz konusu olduğunda; Tanrı’nın acizliği, çaresizliği veya imkansızlıkları dile getirilmektedir. Tıpkı, “üzülmesi, nadim veya pişman olması” gibi!
Bu yüzden, eğer dünyada acınacak veya merhamet edilecek bir duruma düşmüşsek; ki bu duruma bizim dikkatsizliğimiz veya akılsızlığımız neden olmuş gibi gözükebilir; temelde bu bizden değil, içinde bulunmağa mecbur edildiğimiz sistemden veya bize dayatılan kaderden kaynaklanmaktadır. Bunun başka alternatifi var mı? Başka alternatif aramadan önce; 1.- Yukarıda sözünü ettiğim “günahın ilk varoluşu ve günah sorunu” ile ilgili başlığı mutlaka okumalısınız! 2.- Tanrı’nın merhamet ve acıma duygularını kullanabilmesi için; buna uygun bir ortamı hazırlamış olduğu gereğini de görmelisiniz!
Sevgi dolu ve gücü yeten bir baba, ailesine “merhamet ve acımasını” göstermek için; onları merhamet edilecek veya acınacak duruma düşürmez! Merhamet ve acımasını bizlere açıklamasının çok başka yollarını bilir ve bulur. Ailesine merhamet ve acımasını göstermek için onları acınacak ve merhamet edilecek duruma düşürmek, Sevgisizlik, bilgesizlik, çaresizlik ve acizlik demektir. Nitekim, kısa düşünceli, ilkel dinciler, böyle bir iddiayla Tanrıyı yine aşağılıyor ve hakaret ediyorlar!
Kutsal Kitap sayfalarında, veya dinsel yorumlarında Tanrı’nın acıma ve merhametini insanınkine benzetenler; Tanrıyı “sevgisizlik, bilgesizlik, çaresizlik ve acizlikle suçlayıp aşağılamaktadırlar. Dinsel deformelerden biri de budur!
NEDEN İNSANINKİNE BENZEMEZ?
Tanrı’nın acıması veya merhamet etmesi; - biz insanlarda olduğu gibi - bilmediği veya beklemediği sürprizlerle karşılaştığı için değildir. Sadece, kendisinde olan acımak ve merhamet etmek duygularını kullanmak istediği için o ortamı ve gerekliliği hazırlar.
Aslında, eğer Tanrı merhamet ve acıma duygularını hiç kullanmak istemeseydi, - yani cennette veya cehennemde olduğu gibi – hiçbir zaman acınacak ve merhamet edilecek duruma düşemezdik! Bu gerçekler karşısında, doğmak, doğar doğmaz günahla damgalanmak ve ölmek; (Mez. 51:5. İbr. 9:27.) “kaderimiz” olduğu gibi; merhamet edilmek ve acınmak veya merhamet etmek veya acımak da, Tanrı’nın doğamıza koyduğu “kaderimizdir”
Bu inceleme şu gerçeği ortaya çıkarıyor: Tanrı, Kendisindeki merhamet ve acıma duygularını kullanabilmesi için; insanları merhamet edilecek, acınacak ve kurtarılmaya gerek duyacak zayıf durumda ve sistemde yaratmıştır! Hoşumuza gitse veya gitmese de, kaçınılmaz gerçek budur!
1.- CENNETTEKİLER; 2.- CEHENNEMDEKİLER!
Eğer Cennettekiler, dünyada yaşadıkları sefaletleri hatırlamayacaklarsa veya dünyadaki insanların perişan, biçare, zavallı durumlarını da görmeyeceklerse; Cennettekilerin bilinçlerinden, acıma ve merhamet duyguları tamamen silinmiş olacaktır. Çünkü sonsuzluklar boyunca “merhamete, acınmaya ve acımaya” gereksinim duymayacakları gibi, kimseden de istemeyeceklerdir! Böylece cennet, acıma, acınma ve merhametin son bulduğu yerlerden biri olacaktır.
Tarihsel bulgulara göre, eğer “sonsuz cehennem azabı” inancı putperestlikten Hıristiyanlığa adapte edilmemişse, yani gerçekse; aynı şekilde Cehennemdekilere de, “merhamet ve acıma” duyguları son bulmuş olacaktır.
Cehennemdekilerin yalvarış feryatları: “Ey Tanrımız! Ey Yaratıcımız! Bize acı! Bize merhamet et ne olur! Biz kendi isteğimiz ve seçimimizle dünyaya gitmedik! Kendimizi “kader ve dayatma olarak” bir anda günah bataklığı olan dünyada bulduk! Daha dünyada ana rahmine düşer düşmez de, “günahkar” olarak damgalandık. (Mez. 51:5.) Dünyadaki günahın etki ve akıntısı o denli güçlüydü ki, bizi alıp götürdü! Bize kurtuluş müjdesini iletenler de, inandırıcı veya ikna edici değildiler. Çünkü kendileri günah içinde yüzüyorlardı..”
“Bizler ise, önceden bilinmeyen ve ulaşılmayan kıtlarda yaşıyorduk. Kimimiz Amerika’da, kimimiz Avustralya’da, kimimiz Afrika’da, kimimiz Avrupa’da, kimimiz Asya’nın ulaşılmayan diğer kısmında, kimimiz Kutuplarda, Grönland’da yaşıyorduk. Bu yüzden senin sevgini ve kurtarış müjdeni hiç duymadık! Ama ne yazık ki bizlere de “günahkar” damgası vurulmuş! Ne olur acı bizlere! Ne olur çıkar bizi buradan! Ne olur bize merhamet elini uzat, merhamet et! Merhamet et.... Acı... acı... ne olur acı!...” diye, işkence içinde, sonsuzluklarca feryat çığlıkları atacaklar! Ama onlara sonsuzlarca “merhamet ve acıma duyguları” son bulmuş olacak!
Oysa “Ebedi Cehennem işkencesinin” kutsal mimarı veya dürüst sahibi olarak, Kutsal Kitaba ve dine sokulan tanrı; (Eğer orijinal Tanrı gerçekten de böyleyse!) Cehennemdekilerin yüz binlerce..., milyarlarca..., sonsuzluklar boyunca “bize acı ve merhamet et” çığlıklarını artık duymamak ve onları görmemek için kulaklarını ve gözlerini kapatmak zorunda kalacak! Böylece Cehennemdekiler hala “acıma ve merhamet” duygularını bilmekle ve beklemekle beraber; Tanrı’nın acımak, merhamet etmek ve sevgi duyguları, Cehennemdekiler için sonsuzluklarca son bulmuş olacak!
(Yoksa, Tanrı Cennetteki Tahtından, Cehennemdekilerin bu acı feryatlarını, çığlıklarını ve işkencelerini sürekli görür ve işitirse; Tahtında otururken, nasıl rahat edebilecek, nasıl dayanabilecek?) Acıma ve merhamet duygularına cennette ve cehennemde son veren tanrı, Tanrısal Özelliklerinden en önemlilerini de yitirmiş olmayacak mı?
KÖTÜLÜKLER VE KÖTÜLÜKLERDEN DOĞAN ACILAR,
Bu örnekler gibi, hiçbir kötülük, kötülüğün neden olduğu günahlar ve acılar “NEDENSİZ” gelmiyor. Doğada zaten var olan kötülüğe de insan ister istemez bulaşıyor. Şimdi, dünyaya ilk kez giren kötülük, günah ve acıları benimle beraber araştırmak ister misiniz? Önce, ilk insanın kötülük ve acılara nasıl maruz kaldığına bakalım.
4.- “Kötülüğü bilme meyvesini” yasakladığı halde; yine ne akla hizmet ediyorsa; bu meyveye çekici ve cazip görünüş verdiği halde; bu meyveyi tam göz önüne, yani tam “bahçenin ortasına” yani kolayca ulaşılan, çok yakın bir yere koyuyor. ( Yar. 3:2.) 5- Tanrı, bu meyveden yemeyi yasakladığı halde; (Yar. 2:17.) 6.-Yasaklanan meyveyi yemeye teşvik eden kışkırtıcı bir düşmanın var olmasını da sağlıyor! (Yar. 3:1.)
7.- Kışkırtmaya ve aldatmaya giden düşman Şeytana, Tevrat tanrısı hiçbir engel koymuyor! İlk insanın yanına kolayca gidebilmesine, kışkırtmasına ve aldatmasına izin veriyor! (Yar. 3:2-5.)
11.- Tevrat tanrısı, sadece sözlü bir uyarının yeterli olmayacağını iyi biliyor! Bu korkunç ruhsal felaket yangının başlamaması için, mutlaka kendisinin süper gücüyle yardımına veya engeline gereksinim olduğunu bildiği halde; yine de hiçbir önlem almıyor! 12.- Ayrıca, Tevrat tanrısı, kışkırtılan ilk insanın bünyesine; yasağı çiğnemeye, özgürlüğünü kötüye kullanmaya, itaat etmemeye iten; istem, eğilim, meyil, arzu, irade gibi duyguları veren bir mekanizmayı; insanı yaratırken onun bünyesine önceden koyuyor!
Başka bir sözle, koyduğu yasağı bozmaya iten isteği, arzuyu, eğilimi veya bu imkanları veren bir mekanizmayı; insanı yaratırken, Tanrı eğer insanın bünyesine koymuş olmasaydı, insan bu yasağı asla bozamazdı! Veya koyduğu yasağı bozabilme eğilimini, istek veya imkanını veren bu mekanizmayı; Tanrı insanı yaratırken onun bünyesine yerleştirmiş olması; bir şekilde “kötülüğü bilme” meyvesinin kullanılmasını gerçekleştirmek amacını taşımaktadır!
Ne çelişli değil mi? Hem “meyveyi” yaratacaksın; hem güzel süslerle cicili bicili süsleyip çekici, cazip hale getireceksin; hem de onu tan gözlerinin önüne koyacaksın; hem yasak edeceksin; hem de yasağı çiğneyeceğini önceden bilip çiğneteceksin ve böylece “meyveyi” yemesini sağlayacaksın!!!
(Örneğin: Eğer bedene göz yerleştirilmeseydi, insan göremezdi!...) Bunun gibi de insanın duygusal bünyesine; “yasağı bozma, itaatsizlik etme, irade ve özgürlüğü kötüye kullanma” istemini, eğilimini, arzusunu, meylini veya imkanını veren mekanizmayı; Tanrı insanı yaratırken onun bünyesine yerleştirmeseydi; insan, düşmanın kışkırtmalarından etkilenmeyeceği gibi; günah da işleyemezdi! Ayrıca, insanın bünyesine yerleştirdiği bu mekanizmayı, insanın bir gün, bir şekilde kullanacağını da Tanrı çok iyi bilmekteydi! İnsanı da günah karşısında eğer kırılgan malzemeyle yaratmasaydı, insan kırılmazdı!
Gelişecek tüm olayları, Tanrı önceden çok iyi bilmektedir! İnsanın “özgür iradesi ve seçeneğini” mutlaka kötüye kullanacağını; itaat etmeyeceğini; yasağını çiğneyeceğini... Tanrı önceden bilmesine rağmen; süper gücüyle önlem almamıştır. Böylece olayların bu trajik şekilde gelişmesine izin veya müsaade vermesiyle; başlangıçtan böyle BELİRLEDİĞİNİ göstermektedir! Yani, itaatsizlik, baş kaldırma, yasağı çiğneme, kötülük, günah, lanet ve ölüm... gibi belaların geleceğini Tanrı çok önceden bilmesine rağmen; sadece sözlü bir uyarıyla yetinmiş, süper gücüyle önlem almamıştır!
Sadece pasif sözlü uyarısının yeterli olmayacağını bildiği halde; süper gücüyle mutlaka müdahale etmesi gerektiğini bildiği halde; “Baba sevgisiyle” ve süper gücüyle; hiçbir önlem almamış ve engellememiştir” Olayların akışını, başlangıçtan bildiği ve BELİRLEDİĞİ duruma bırakmış ve sadece seyretmiştir! İşte, Tevrat tanrısının, Tevrat’a göre, kötülüğü dünyamıza getiren nedenler! Bu nedenler, apaçık Tanrı’nın önceden belirlemesi değil de nedir?
Tanrı’nın, gelecek tehlikeleri önceden bilmesi ve süper gücüyle önlem almaması; olayların bu biçimde gelişmesini istediğini; veya bizzat böyle belirlediğini göstermez mi? Yani, dünyamızda gelişen olayların, Tanrı tasarısı olarak karşımıza çıktığını kabullenmekten başka bir alternatif var mı? Tek bir alternatif var: Gelecek olan tehlikeleri Tanrı’nın önceden bilememesi veya önlem almaya gücü yetmemesidir! O zaman da o varlık “Tanrı” olamaz!
“Tevrat tanrısının” açıklamalarıyla, dünyamıza giren ilk kötülüğü ve bunun getirdiği acıları görmekteyiz! Görüldüğü gibi, bunun “özgür irade ve seçme hakkı” gibi başka bir alternatifi bulunmuyor. Çünkü, “seçme hakkı ve özgür iradenin” sürekli kötüye kullanılacağını, “Tanrının” önceden çok iyi bilmesi gerekiyor! Özgür irade ve seçeneğin de Tanrının egemenliği ve yönetimi altında olduğunu; kendi başına bağımsız, müstakil olmadığını da hatırlamalısınız.
Öte yandan Tanrı, insanın özgür irade ve seçeneğini sürekli kötüye kullanacağını önceden bildiği halde, Egemen, süper gücüyle önlem almaması karşısında; özgür irade ve seçeneğin artık bir anlamı kalmamaktadır! Çünkü, insanın özgür irade ve seçeneği de Tanrı’nın denetimi, yönetimi ve izni altındadır! Tanrı, tüm kötülüklere SÜPER GÜCÜYLE önlem almaya ve engellemeğe gücü tamamen yettiği halde; Süper gücünü kullanmayıp; sadece PASİF sözlü bir uyarıyla yetinmesi; sizce neyi gösteriyor?
Bu durum, kötülük yapacak olan insanın, kötülük yapacağını bildiği halde; yapmak istediği kötülüğü yapmasına, Tanrı’nın serbest bıraktığını, veya ona izin verdiğini göstermiyor mu? Veya oluşacak olan tüm kötü olaylar, Tanrı’nın önceden belirlemesi değil mi?
YOKSA ÖNCEDEN BELİRLEMEK Mİ?
Bu yanıtın çok yanlış olduğunu fark etmiyor musunuz? Neden mi? Çünkü, bu yanıtla şu gerçek ortaya çıkıyor: Tanrı, insanın bağlılık, itaat ve sadakatini, kötülüğü işleme koyması veya koymamasıyla öğreniyor, anlıyor ve bilgi mi kazanıyor? Böyle bir tanrı olur mu? Tanrı çok önceden, insanın kötülük karşısında mutlaka yenilgiye uğrayacağını bilmiyor mu? Tanrı, insanın ne yapacağını deneyle mi öğreniyor? Bu gerçekler neden düşünülemiyor?
Tanrı, her şeyini elleriyle yarattığı insanın nasıl davranacağını önceden bilemeyecek kadar aciz miydi? Tanrı insanı yaratırken nasıl bir malzemeyle yarattığını unutmuş muydu? İnsanın günah karşısında kırılıp kırılmayacağını bilmesi için “kötülüğü bilme meyvesiyle” mi denemeliydi?
Bu gibi gerçekler bizi diğer gerçeklere götürüyor: 1.- Tanrı bizi günah karşısında “kırılgan” bir malzemeyle yaratmıştı. 2.- Tanrı bizim günah karşısında kırılacağımızı biliyordu. 3.- O halde günah işlememiz bizim seçeneğimiz değil, yaratılma kalitemiz, veya kırılgan malzememiz yüzünden bize uygulanan “kader” veya önceden tasarlanan Tanrı BELİRLEMESİYDİ!
Diğer bir sözle: Kötülüğü yaşamamız, bizim seçimimiz değil, bize belirlenen yaşam şekliydi! Bu açıklama çoklarının hoşuna gitmeyecek! Gerçi Tanrıyı “suçlu çıkarmak” kesinlikle bizim de amacımız değildir. Kimse bunu lütfen düşünmesin! Tanrı asla hata ve yanlış yapmayacak kadar bilge, yüce ve sevgi doludur! Ama yukarıdaki net açıklamalar sonunda, bunun başka bir alternatifi, çözüm yolu var mı? İyi düşünün! Varsa bizi uyarın! Minnettar oluruz!
KENDİNİ BU DURUMA MI GETİRDİ?
Lütfen söyleyin bana: Hangi insan günah karşısında kırılgan olmayı, günah işlemeyi, dışlanmayı, aşağılanmayı, yargılanmayı, acı çekmeyi, cehenneme gitmeyi ister? Yoksa, insan günah karşısında, bizzat kendisini böyle kırılgan mı etti? İnsan mı kendisini böyle yarattı? İnsan kendisini günah karşısında kırılgan olayım diye mi dizayn etti?... Yoksa onun böyle yapmasını engellemeyen Yaratıcısı mı var?
Bu sorular, yukarıdaki verilen yanıtın, yani “özgür seçeneğimiz bizi bu duruma getirdi” yanıtının, çocukça, iyice düşünülmemiş, yüzeysel bir iddia olduğunu ortaya koymuyor mu? Eğer “kırılgan malzemeyle” yapılmış olmasaydık, “özgür seçeneğimizi” kötüye kullanabilir miydik? Eğer “kırılgan” malzemeyle yapılmış olmasaydık, asla günah karşısında mağlup olur, yani “kırılır” mıydık? Eğer kırılgan malzemeyle yaratılmasaydık, “günah, ceza, cehennem...” gibi sorunlar olur muydu?...
Diğer yanıt ise şöyledir: “İnsan eğer kötülüğü bilmezse, iyiliğin ne olduğunu anlayamayacaktı...” Peki, Tanrı, kötülüğü tatmadığı halde; iyiliğin ne olduğunu bilmiyor mu? Biliyorsa, “Tanrı benzerliğinde” yaratılmış insan da, kötülüğü tatmadan; yaratıldığı “Tanrı benzeyişiyle;” kötülüğün ne olduğunu anlayamaz mıydı? Maalesef yanlış yanıtlar bizi doğru sonuca götüremiyor!
Üstelik, 1.- Bu ağacı yarattığı halde, 2.- Meyvesini yemeği yasakladığı halde; 3.- Ağaca ve meyvesine muhatap olan ilk insanın; 4.- Bu yasağı çiğneyeceğini, itaat etmeyeceğini önceden, kesinlikle çok iyi bilmesine rağmen; çelişkilerin sayısı daha da ziyade artmıyor mu? Çelişkilerle beraber, boş formalitelerle, anlamsız ve akılsız işlerle uğraşan bir tanrıyı göstermiyor mu?
Acemi bir şoförün mutlaka kaza yapacağını, son model bir arabayı hurdaya çevireceğini, kendisinin de ağır yaralanıp sonra öleceğini bildiği; ACEMİ BİR ŞOFÖRÜ kim direksiyon başına oturtur ve oluşacak trajik olayı seyretmeye başlar? Tevrat’taki hangi akıllı ve kutsal yazar (!?) yüce Tanrıya böyle akılsız bir masal olayını yakıştırıyor?
Dikkat ederseniz “Tevrat tanrısı, “Kötülüğü BİLME” özelliğini, önceden insanın bünyesine, beynine, ruhuna, vicdanına koymamış! Ama “Kötülüğü bilme” özelliğini başka bir yere, yani bir ağacın meyvesine koymuş! Bu durumda, kötülüğün ne olduğunu henüz bilmeyen, onu tatmamış insana, nasıl oluyor da; hangi akıl ve dürüstlükle “kötülüğü” yasaklıyor? Çünkü ilk insanın önceden “kötülük” bilgisi YOK!
Kötülüğün ne olduğunu bilmeyen insana kötülüğü yasaklamanın, aklı, mantığı, dürüstlüğü, adaleti...anlamı var mı? Bu bir deli saçması değil mi? Dürüstlüğün, hakkın, adaletin, bilgeliğin... kaynağı olan Tanrı, bu denli akılsızlık yapabilir mi? Kötülüğün ne olduğunu henüz bilmeyen insanın, kötülükten sakınabilmesi veya kaçınabilmesi için şansı, bilgisi, imkanı olabilir mi? Kötülüğü bilmeyen, ondan nasıl korunabilir, nasıl kaçabilir??
Böyle haksız bir yasaklamanın cezası da, hangi adaletle “ÖLÜM” gibi korkunç bir ceza olabilir? Öldürmek, pişman ve ıslah edici, özür diletici, eğitici, yenileyici, değiştirici, güçlendirici, topluma tekrar kazandırıcı... bir ceza mıdır? Yoksa YOK ETMEK, ortadan kaldırmak mıdır? İnsan, ıslah olmayan, eğitilmeyen, pişman olmayan, değişemeyen, yenilenemeyen doğaya sahip olan; yılan, akrep, timsah, virüs taşıyan sivrisinek... gibi midir ki onu bir sivrisinek gibi öldürüyorsun? Yok ediyorsun? Ey Tevrat tanrısı? Yok ettiğini nasıl ıslah eeceksin?
Yasağın, cezanın ve ölümün ne olduğunu henüz bilmeyen bu insanlara; “Kötülüğü BİLME” meyvesini yemeği yasakladığın halde; bu meyveyi niçin cazip, çekici, iyi, hoş ve güzel bir görünümde yarattın? Bu meyveyi bu denli güzel, çekici ve cazip bir görünümle yarattığın halde, niçin kuytu bir köşeye, veya bir tepenin arkasına değil de, tam gözlerinin önüne, “bahçenin tam ortasına” yani kolayca ulaşılacak yere koydun? Olayların böyle seyretmesi, ilk insana önceden hazırladığın TUZAK olmuyor mu?
Cazip görünümlü meyveyi, gözlerinin önüne koyduğun halde; kışkırtıcının kolayca onların yanına gitmesine ve aldatmasına niçin izin verdin? Neden sadece pasif sözlü bir uyarıyla yetinip, süper gücünle engellemedin? Aldanan ilk insan “Baba evine” “Aden cennet bahçesine” tekrar geri dönemesinler diye, “Kerubi” gibi yetkin melekleri “alevli kılıçlarıyla” bekçi olarak koymasını akıl edebildin de; aldatıcı düşman içeri girerken bu önlemlerini neden akıl edemedin? Kışkırtıcı, hiçbir engelle karşılaşmadan nasıl kolayca içeri girebildi? Kışkırtıcı Şeytan içeri girerken niçin bu tür önlemler veya engeller koymadın??
Tanrı, olayların böyle gelişeceğini çok önceden bildiği halde, niçin süper gücüyle önceden önlem almadı? Aldatılan ve acımasızca dışarı kovulan bu zavallı insanların, “Baba evine” tekrar geri dönmelerini sağlamak için; tövbe, özür dileme, eğitme, pişmanlık, caydırma, değiştirme, güçlendirme, af etme, bağışlama, yenileme, gibi o güzel erdemleri niye kullanmadı? Yoksa Tevrat tanrısı ilkel zamanda bu gibi erdemlerden yoksun olup, bu erdemleri bilmiyor muydu?
“Öldürmek” yok etmek olduğundan, sadece eğitimden anlamaz, doğası değiştirilemez vahşi ve yırtıcı hayvanlara uygulanması gerekirken; eğitilebilen, vahşi bir yaratık olmayan, “Tanrı benzeyişinde” yaratılan ve bir dünya şaheseri olan insana, ölüm gibi korkunç bir cezayı Tanrı nasıl verebildi? Öldürmek bir ceza değil de “yok etmek” olduğuna göre; öldürerek yok ettiğiniz kişiyi, nasıl evinize, veya topluma tekrar kazanabilirsiniz? Bu gibi soruların karşısında, “Aden bahçesinden kovulmak” veya “günah” gibi olaylar, “gölgeyi taşlamak”, “havanda su dövmek” veya kaçınılmaz “kader” olarak Tanrı’nın önceden BELİRLEMESİ olmuyor mu?
KOLAY ANLAŞILMASI İÇİN : BENZER BİR SENARYO:
Yasaklar ama, kimya uzmanı babanın kullandığı ambalaj o denli çekici, cazip iyi, güzel ve “hoş” bir görüntüye sahip ki, koyduğu yasağı bozmaya, tahrik ve teşvik edici güzellikte! Olay bu kadarla da bitmez! Kimya uzmanı babanın kapısını bir gün, çoktan beri tanıdığı, azılı bir düşmanı çalar. Uzman mühendis “Baba,” kapısını çalan düşmanın ne için geldiğini, tüm amacını ve ne yapacağını iyi biliyordur! Evlatlarının deneyimsizliğini, ruh, yürek, gönül ve istek durumlarını; bu azılı düşman karşısında nasıl davranacaklarını; yani, sonucun nereye varacağını “BABA” çok önceden çok iyi bilmektedir!
Buna rağmen, Uzman Kimyager “Baba,” evinin kapısını düşmanına ardına dek açar. Azılı düşmanını evine alır. İçeri giren acımasız düşman hemen işe başlar. Derhal evlatlarının yanına gider. O cicili bicili, cilalı, yaldızlı, cazip, “gözlere hoş, iyi ve çekici” (Yaratılış 3:6.) o güzel paketi açıp, içindekileri kullanmalarını önerir. Evlatlar, bunun “yasaklandığını” söyleseler bile, içeri bırakılan düşman; onların saflık ve deneyimsizliklerinden yararlanarak, kurnazlıkla onları aldatmaya çalışır. Çünkü onlar, o denli saf ve deneyimsizler ki, tehlikenin, riskin, yangının, yasağın, yasağı bozmanın, suçun, cezanın, kötülüğün... ne olduğunu henüz bilmemektedirler!
Çünkü onlar, benzin, kibrit, yangın, eroin, esrar gibi, tehlikeli maddelerle; risk, yasak, itaatsizlik, günah, suç, kötülük, ceza, ölüm... gibi kavramlarla daha önce hiç asla karşılaşmamışlar. Böyle şeyleri daha önce hiç, asla kimse yaşamamış! Ayrıca, onlar yaratılırlarken; bünye mekanizmalarına, yani ruh, beyin, vicdan, ve yüreklerine, bu konuda hiçbir bilgi verilmemiş! Tam tersine, “Kötülük BİLGİSİ,” yani kötülüğün ne olduğunu “BİLME” “BİLGİSİ,” onların vicdan, yürek, ruh ve beyinsel algılama yeteneklerine konulmamış!
Tam tersine, “Kötülüğün ne olduğunu “bilme” bilgisi, başka bir yere; yani yasaklanan bir “AĞACIN MEYVESİNE” konulmuş! Öyle ki, onlar itaatsizlik yaptıktan sonra; yani, yasağı çiğnedikten sonra; yani, yasaklanan “KÖTÜLÜĞÜ BİLME” meyvesinden yedikten sonra; yaptıkları “kötülüğün BİLGİSİNE” yani kötülüğün, itaatsizliğin, ne olduğu bilincine ancak bu şekilde varabilecek anlayış düzeyindedirler.
Çünkü, dediğim gibi, daha önce ne esrar, ne eroin asla var olmamış ve kullanılmamış. Daha önce kimse uyuşturucu krizine girmemiş! Kimse ölmemiş! Bunun gibi de, daha önce ne benzin ne de kibrit asla var olmamış! Kimse bunları kullanmamış, yangın çıkarmamış, kimse yanmamış! Bu maddeleri ilk kez, kimya uzmanı “Babaları” üreterek var etmiş! Yetişkin evlatlarının gözleri önüne de çekici bir paketle koymuş ve yasaklamış!
Bu yüzden yetişkin çocuklar, “yasak” sözünü işittikleri halde; gelecek tehlikelerin neler olacağını, deneysel ve yaşamsal olarak bilmiyorlar! Gelecek tehlikeleri deneysel ve yaşamsal olarak bilemediklerinden dolayı da, yasağı bozmaya ikna oluyorlar. Deneyimsiz bu yetişkin çocuklarının aldatılmağa ikna olduklarını; yani bu tehlikeli maddeleri kullanmak isteklerini görmesine rağmen; Kimya uzmanı “Babaları,” şimdi ne olacağını; yani sonucu önceden çok iyi bilmesine rağmen; sadece PASİF sözlü bir uyarıyla YETİNİYOR! Rahatça ve kaygısızca oturup, vurdumduymazlıkla olacakları SEYREDİYOR!
Uzman “Baba,” evlatlarının uyuşturucu krizine girmelerini, yangın çıkarıp yanmalarını, “bela ve trajedi” olarak tanımlayacağı yerde; “seçme özgürlüğü” ve “robot olmama” olarak tanımlıyor! Bu serbest ortamda, evlatlar uyuşturucuları tadıp keyif ediyorlar. Keyif içinde, kibrit ve benzinle de oynayıp, yangın çıkarıyorlar. Her tarafları yanıp kavruluyor! Bu ana dek süper üstün gücüyle onları engellemeden, rahat ve kaygısızca onları seyreden “Baba,” birden küplere biniyor, öfkeleniyor. Evlatlarına kızıyor, lanetler yağdırıyor: “Siz bana itaatsizlik ettiniz! Lanet olsun sizlere! Daha önce sizi uyarmıştım! Ölümü hak ettiniz! Sizi gözüm görmesin. Dışarıya! Defolun!...”
Şimdi zavallı evlatlar, uyuşturucu krizinde kıvranmaktalar... Üstelik her tarafları yanmış kavrulmuş! Kimya mühendisi uzman “Baba”; en iyi ambulanslara, doktorlara, ilaçlara, hastanelere, rehabilite merkezlerine sahip olduğu halde; maalesef ŞİMDİ bunların hiç birini KULLANMIYOR! Tam tersine, onları her tarafları yanmış, kavrulmuş; üstelik uyuşturucu krizinde, perişan halde... evinden kovuyor! Sokağa atıyor!
Felaket, dert, trajedi ve ölüm getiren düşmanın, evine girmesini engellemek için kapılarına hiçbir bekçi koymayan; tersine kapıları ardına dek açık bırakan “sevgi dolu” bu harika “Baba”; şimdi tam tersine, bu zavallı evlatlarının “Baba evine,” tekrar içeri girmelerini engellemek için; Şimdi, kapılarına en korkutucu silahları, en yetkin bekçilerini koymağı akıl ediyor! Bir süre sonra da celladına emrederek, bu zavallıları öldürtüyor!
Böyle bir “Babanın” (?!) uygulaması ve karakteri hakkında siz ne dersiniz? Bence, herhangi sıradan, basit bir baba bile böyle yapamaz! Değil mi? Sadece çılgın, çıldırmış, cinnet geçiren, kör, cahil, sadist birinin yapabileceği; yukarıdaki vahşi ve trajik uygulama; ne yazık ki, “Kutsal” sayılan bir Kitapta; sevginin ve bilgeliğin doruğundaki; O görkemi anlatılamaz büyüklükteki, Tanrıya atfedildiğini gördükçe, insanın yüreği sızlıyor!!!
Hiçbir baba sevgisinin ulaşamayacağı O babaların Babasına; sevginin ve bilgeliğin doruğuna, “Yaratılış” kitabının bu tür tanımlaması, benim yüreğimi parçalıyor! Sizin vicdanınız, ruhunuz, ne der, nasıl karşılar? Varsa mantıklı, akıllı, ikna gücü yeterli yanıtlarınızı bekliyorum.
Şimdi yukarıdaki senaryonun, Tevrat olaylarını nasıl yansıttığına bakalım!
Buğday tohumu, toprak, su ve güneş olmadan, un ve ekmek; tütün yaprağı olmadan sigara; haşhaş tohumu ve gerekli kimyasal elementler olmadan da esrar, eroin, zehir gibi maddelerin üretilmeyeceğini biliyorsunuz. Bu gibi gerçekleri örnek alarak asıl sorulara geçiyorum:
(Burada lütfen, hemen “özgür seçenek” tezini düşünmeyin. Çünkü bu tezin tutarsızlığını ve yanlışlığını yukarıda gösterdiğimiz gibi; aşağıda yine görebileceksiniz.)
NİYE YOKSUN YARATTI?
“KÖTÜLÜK” SÖZÜNÜ İLK KEZ TEVRAT TANRISI KULLANIYOR!
O denli akılsızlık olurdu ki; gerekli bilgilerle yüklenmiş durumda bulunan bir bilgisayara, yine aynı bilgileri yüklemeye çalışmanın akılsızlığı veya deliliği gibi bir delilik olurdu. Veya, su ile dolu olan bir bardağı, musluk altında tutarak, hala suyla doldurmağa çalışmak gibi bir akılsızlık olurdu! Bilge bir Tanrı bunu asla yapmaz! Peki, “Tanrı, “kötülük bilgisini” neden ilk insanın vicdanına veya beyinsel yeteneğine değil de, başka bir yere, yani bir “ağacın meyvesine” koydu? Buna rağmen; hangi akıl ve dürüstlükle, kötülüğün henüz ne olduğunu bilmeyen insanı, kötülük açısından yasakladı, suçlayabildi ve cezalandırdı?
Örneğin: Kain, kardeşi Habil’i çekemezlik ve kıskançlıkla öldürmeyi tasarladığında, bunun “kötü” olduğunu vicdan ve ruhunda artık bilebilirdi. Çünkü “kötülüğü BİLME meyvesini” yemiş ve bu konuda artık bilinçlenmiş olan anne - babadan, bu bilgi, artık çocuklarına da bulaşmış durumdaydı. Kaldı ki, Kaini yaratırken, bünye mekanizmasına; kıskanmak, çekemezlik ve öldürmek gibi duyguları Tanrı zaten koymuştu! Bu gibi duygular, eğilim ve istekleri Kainin bünye mekanizmasında eğer olmasaydı, böyle duygulara sahip olmadığından onları zaten kullanamazdı.
ÖNCEDEN BİLMİYOR MU?
Ayrıca, Tanrı, ilk insanın bünyesini, yani, beyin, ruh ve vicdan gibi tüm algılama yeteneklerini “kötülük bilgisinden” yoksun yaratmasıyla; ilk insanın bu denenmede mutlaka yenilgiye uğrayacaklarını bilmek için “uzman” olmaya gerek mi var? Tanrı, hangi akıl ve tanrılıkla, onların itaatini veya sadakatini “DENİYOR?” Deneyerek BİLGİ, DENEYİM VE ÖĞRENİM KAZANAN BİRİ, TANRI OLUR MU?
Kötülüğün ne olduğunu önceden bilmeyen; ancak yasaklanan “kötülüğü BİLME” ağacından yedikten sonra; yani kötülüğü yaptıktan sonra, kötülüğün ne olduğunu anlayacak olan bu insanları; Tanrı hangi akıl, dürüstlük ve adaletle suçluyor? Onları korkunç bir cezayla, ölümle cezalandırıyor? Islah olmaz, sözden, eğitimden anlamaz vahşi ve yırtıcı yaratıklara uygulanması gereken “ÖLÜM” gibi korkunç bir cezayı; “Kendi suretinde yarattığı” dünya şaheseri olan insana nasıl uyguluyor?
Bu haksızlık değil mi? Kötülüğün ne olduğu “bilgisinden” yoksun olarak yaratılan; yapacakları itaatsizliğin, “kötülük” olduğunu önceden “BİLEMEYEN”; ancak “kötülüğü BİLME meyvesini” yedikten sonra; Yani itaatsizliği yaptıktan sonra bunun kötülük olduğunu “BİLECEK” olan insana; böyle bir yasaklama ve cezanın; bilgelikle, adaletle, hukukla, dürüstlükle, sevgiyle... bağdaşan bir yanı var mı?
Ruhu, yüreği, iradeyi, beyni, gönlü, isteği, arzuları, algılama ve duyguları, meyilleri...; yani insanın her şeyini yaratan Tanrı; İnsanın ne yapacağını, ne karar vereceğini, ne yönde davranacağını önceden bilemeyip; bunu öğrenmek ve bilmek için; aciz bir insan gibi “deneme” mi yapıyor? Tanrı, aciz bir insan gibi, eğer “denemezse,” ilk insanın nasıl davranacağını önceden çok iyi bilmesine rağmen; neden “kötülüğü BİLME meyvesini” çekici bir görünümle yaratmış ve “bahçenin ortasına” tam gözlerinin önüne koymuştur? (Bak Yar. 2:9,17. 3:3.)
Ayrıca, nasıl oluyor da Tanrı “İbrahim’i de DENİYOR?” (Yaratılış. 22:1.) Nasıl oluyor da İbrahim’in fiili hareketini görmeden onun nasıl davranacağını önceden BİLEMİYOR? Ancak fiili hareketini gördükten sonra, aciz bir insan gibi sonradan ÖĞRENİYOR VE BİLEBİLİYOR? Nasıl oluyor da her şeyi önceden BİLEN Tanrı, aciz bir insan gibi: “şimdi BİLDİM ki biricik oğlunu Benden esirgemedin” diyebiliyor? (Yar. 22:12.) Bu Tanrı, “denemelerle” deneyim, bilgi ve öğrenim kazanan insan gibi midir?
Eğer “deve kuşu gibi” başımızı kuma gömmekten kurtulursak; ve eğer dinciliğin uyutan veya uyuşturan “afyonundan” ayılabilirsek, Kutsal Kitaba yapılan bu gibi daha birçok çelişki saldırıların deformelerini görebiliriz!
Yasaklayacaksa niye yaratıyor? Yasağının çiğneneceğini önceden biliyorsa, niye yasaklıyor? Yasağının çiğneneceğini önceden bile, bile yaratması ve yasaklaması, açık, net bir tuzak değil de nedir? Ayrıca, hazırladığı tuzakların ayrıntılarına da bakın ki, yasakladığı cazip ve çekici meyveyi, uzak bir dağın arkasına veya bir çalılığın kuytu yerine değil de tam “bahçenin ortasına” yani tam gözlerinin önüne koymuş! (3:3.)
Tehlikeli ilaçların kutularında: “Çocuklardan uzak tutun” uyarısı bulunur. Her anne ve baba da, böyle ilaçları çocukların bulamayacağı veya erişemeyeceği yerlerde saklarlar. Tevrat tanrısının aklına neden böyle bir önlem gelmiyor? Bu Tanrı’nın amacı, çocuklarını, yani ilk insanı, önceden hazırladığı TUZAĞA mı düşürmek? Yaşamı felç ve perişan eden, zehirden daha kötü, bu tehlikeli ağacı ve meyvesini; neden ısırgan, diken, çalı... gibi; veya akrep, yılan, timsah gibi... ürkütücü veya korkutucu bir görünümde yaratmamış da ÇEKİCİ, CAZİP, HOŞ, TAHRİK EDİCİ GÜZELLİKTE yaratmış?
Yasaklanan meyvenin “görünüşü güzel, iyi, hoş, çekici,” (3:6) cazip, cicili bicili olması TUZAK değil de nedir? Yani, Tevrat tanrısı, koyduğu yasağı bozdurmağa açıkça tahrik ve teşvik edicilik yapıyor! Tuzağın diğer ayrıntılarına bakın! Şeytanın kolayca “bahçeden içeri” girmesini ve aldatmasını engellemiyor! Bahçenin tüm kapılarını korumasız, ardına dek açıyor! Şeytanın aldatmasına izin veriyor! Şeytan aldatmasa bile, yarattığı ve yasakladığı meyve öyle cazip görünüşte ki,: “Al beni, ye beni...” diye bağırıyor! Yenilmek için tahrik ve teşvik edici bir güzellikte!
Böyle bir olay, ilk insan için “Tevrat tanrısı” tarafından kurulan TUZAK değil de nedir? Sevgi ve bilgeliğin görkemli doruğundaki Yüce Tanrıya; insana böyle bir TUZAK KURMAK eylemini isnat etmek, Ona hakaret ve küfür etmek olmaz mı? Tanrıya edilen böyle hakaret ve küfürler, “Tanrı Kitabında” ne arıyor? Nasıl bulunabiliyor? Nasıl hala korunabiliyor? Bunlar, içimi sızlatıyor, yüreğimi parçalıyor!
“ÖZGÜRLÜK” MİLLET VEKİLLERİNE VERİLEN “DOKUNULMAZLIK ZIRHI” GİBİ MİDİR?
HER TÜR İĞRENÇ GÜNAHI İŞLEYEBİLMEK
EĞİLİM VEYA MÜSAADESİ, “ÖZGÜRLÜK” MÜDÜR?
“SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ” İNANCI,
DELİK DEŞİK OLMUŞ, İŞE YARAMAZ BİR PARAVAN!
Böyle bir açıklamanın işe yaramazlığını, eksikliğini, sağ duyu, akıl ve mantık hatalarını, yani delik deşik işe yaramaz bir paravan olduğunu görmek ister miydiniz? Peki! Lütfen şimdi (bazılarının yaptığı, eskiden benim de yaptığım gibi) deve kuşu gibi başımızı kuma gömmeden şu soruları yanıtlayalım:
Tanrı insana “seçme özgürlüğü” vermeden çok önce, vereceği “seçme özgürlüğüyle” insanın nasıl davranacağını, yani mutlaka kötüyü seçeceğini bilmiyor muydu? Yoksa Tanrı insana “Seçme özgürlüğünü” vererek, insanın nasıl davranacağını, aciz insanlar gibi görmek, bilmek, denemek veya öğrenmeğe ihtiyacı mı vardı? Görmeğe, bilmeye, denemeye, öğrenmeye... ihtiyacı olan bir varlık Tanrı olabilir mi? Şu halde, kaçınılmaz ve başka alternatifi olmayan gerçek şudur: Tanrı’nın gelecek tehlikeleri önceden bilmesi ve engelleyebilme gücüne sahipken engellememesi, kaçınılmaz “BELİRLEMEKTİR!”
Tanrı, başımıza gelecek her şeyi çok öncesinden biliyor. “Seçme özgürlüğümüzü” nasıl kullanacağımızı da öncesinden çok iyi biliyor. O halde, “özgür seçeneğimizin” artık, etkisi, yetkisi, anlamı kalıyor mu? “Özgür seçeneğimiz” de, Tanrı’nın Egemenliği, Hakimiyeti, Denetimi, Yönetimi, İradesi, Bilgisi, izni, müsaadesi altında değil mi? Bu durumda, özgürlük ve seçeneğin, bağımsızlığı, müstakilliği, özelliği, ayrıcalığı, anlamı olur mu? Dünyamızda “seçme özgürlüğüyle” oluşan tüm acı ve kötü olayları, Tanrı’nın kaldıracak gücü yok” demektense, bir “ateist” olmak daha iyi olmaz mı?
Ama kaçınılmaz gerçek şu ki, Tanrı en üst egemen olarak, tüm evreni ve dünyamızı, BULUNDUĞU HER DURUMUYLA, kendi denetimi ve kontrolü altında tutmaktadır! Bu takdirde de, dünyamızda bulunan “tüm acı ve kötülüklere Tanrı müsaade ediyor veya izin veriyor” gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Aslında, Tanrı, var olmasını istemediği bir şeyi derhal yok edecek veya ortadan kaldıracak güce sahip değil midir?
O halde dünya kurulalıdan beri, yıllarca... dünyamızda ne olmuşsa; şimdi ne olmaktaysa; ve gelecekte ne olacaksa, hepsi de o yüce Yaratıcının kontrolü, denetimi, izni veya müsaadesiyle olmakta değil midir? İnsanın seçme özgürlüğü dahil, Tanrı her şeyi kendi bilgisinin ışığında; kendi denetimi ve kontrolü altında bulundurmuyor mu? Sizce de böyle değil mi?
Peki! Özgürlüğünü sürekli salt iyilik için kim kullanabilmiştir? Özgürlüğüyle, Tanrı özünden olan İsa Mesih’ten başka, kim Tanrıyı hoşnut edebilmiştir? Tarih boyunca, özgürlüğüyle sürekli iyiliği seçerek sonsuz yaşam kazanabilmiş bir kişi olabilmiş mi? Böyle bir olanak olsaydı, İsa’nın dünyaya gelmesine gerek kalır mıydı? Yine soruyorum: Tanrı, vereceği “seçenek özgürlüğünü” insanın sürekli kötüye kullanacağını, vermeden çok önce bilmiyor muydu?
Tanrı’nın, İnsan Özgürlüğüne Müdahale Etme Gücü Yok Mu?
Varsa, Tarih Boyunca İnsan, Niçin Akla Hayale Gelmeyen
İğrenç Kötülükleri Yapmaya Devam Ediyor?
İmal edilen saatlerin bazılarında alarm, takvim ve kronometre vardır, bazılarında yoktur. İmal edilen bardakların bazıları camdan, bazıları porselenden; bazıları da kırılmaz çelikten yapılabilir. Takvim sistemi olmayan saatte ne kadar arasanız takvim bulamazsınız. Alarm sistemi olmayan saatlerle, ne kadar uğraşsanız, alarmı kuramazsınız. Şöyle ki yapılışı itibariyle değişmeyen şeyleri, “yasaklarla” asla değiştiremezsiniz!
Bu örnekler gibi, eğer insanın bünye sisteminde günah olgusu olmasaydı; veya insanın bünye mekanizmasına günah işleme eğilimi, meyli, imkanı, arzusu, iradesi, tahriki gibi şeyler konulmasaydı, insan günahlı olamazdı. Camdan veya porselenden yapılan bardaklar, ne kadar dikkat etseniz de, yapılışları itibariyle bir gün kırılmaya mahkumdurlar.
Eğer bardağın kırılmazlığı isteniyorsa, sertleştirilmiş kırılmaz çelikten, veya bilimin ve teknolojinin verdiği, kimyasal elementlerle / malzemeyle yapılmalıdır. İnsanlara Tanrı’nın armağan ettiği sağ duyumuz, mantığımız, vicdanımız, aklımız, ruhumuz, yüreğimiz, algılama yeteneklerimiz böyle söylüyor. Seçenek ve özgürlüğünü, insanın sürekli kötüye kullanacağını, Tanrı önceden biliyordu! Şu halde “Eğer insanın seçme özgürlüğü olmasaydı insan bir robot olurdu...” inancı; paramparça, delik deşik olmuş, işe yaramaz bir paravan olmuyor mu?
İŞE YARAMAZ BAŞKA BİR PARAVAN!
İSA MESİH, “SEÇENEK ÖZGÜRLÜĞÜ” OLMAYAN
BİR “ROBOT” MUDUR?
Sözde “özgürlük, seçenek, robot olma” saçma inancıyla; insana günah işleyebilme imkanını veya eğilimini vermek; insanın günahsızlık mükemmelliğine vurulan en büyük darbe değil midir? En güçlü kutsallık engeli veya kutsallık katliamı değil midir? Günah bilincinin yaratıldığı bir dünyada; günah işleyebilme eğilimi veya istemi mekanizmasıyla yaratılan insan; nasıl “iyi ve mükemmel” kalabilir? Gerçek mükemmellik “günah” üretebilir mi?
Sertleştirilmiş çelikten üretilen bardak, düşünce kırılır mı? “Günah işleme seçeneğin olmazsa, özgürlüğün olamaz, robot olursun” diyorlar. Tanrıya baş kaldırmak, iğrenç günahları işlemek özgürlük mü? Yoksa lanet, haksızlık, katliam, işkence, tutsaklık mı? Seçenek özgürlüğüyle insanın bir “kötülük robotu” durumuna gelmesi yerine; seçenek özgürlüğü olmadan insanın bir “iyilik robotu” olması daha iyi değil mi? Ben “kötülük robotları” olmak yerine “iyilik robotları” olmayı tercih ederdim! Ya Sen? Unutma ki, Cennette kötülük olgusu, ortamı ve kötülük işlemeye meyil olmayacak! Bu durumda, sapık inanca göre, Cennettekiler de, “robota” mı dönüşmüş olacak?
ÖNCE KİM SORUMLUDUR?
Esrar, eroin, zehir... gibi maddelerin tohumu, ham maddesi, ALT YAPISI olmasa, ÜRETİLMESE veya hiç BİLİNMESE; doğal olarak bunları kullanabilme olanağı olabilir mi? Bu tehlikeli maddeleri, var etmek, üretmek, bulmak, almak ve kullanmak imkanı, sizce gerçekten “özgürlük, seçenek ve robotlaşmamak” mıdır? Yoksa, risk, tehlike, esaret, tutsaklık, yıkım, ve mahvolmak mıdır?
Tüm kötülüklerin kaynağı, anası, temel taşı olan “kötülüğü BİLME” meyvesini yoktan yaratan, ilk kez ÜRETEN ve ilk insanın gözleri önüne cazip ve çekici bir görünümle koyan kimdir? “Yaratılış tanrısı” değil mi? Yoksa, bunun ne olduğunu bilmeden kullanan ilk insan mı? Yoksa, yasağının çiğneneceğini bildiği halde; yine de yoktan var ederek, çekici ve cazibeli görünümle gözler önüne koyan mı? Önce kim sorumludur? (Yar. 2:9, 17. 3:3.) Kötülüğü ilk defa imal eden mi? Yoksa onu bilinçsizce alıp kullanan mı? Önce kim sorumludur?
“Kötülüğü bilme’ meyvesi yaratacağım. Bu meyveyi sana yasaklayacağım. Yasağımı çiğneyeceğini, itaatsiz olacağını, özgürlüğünü kötüye kullanacağını, kurtarma girişimlerimi ret edeceğini... bu yüzden de seni ölümle (ebedi cehennemle) cezalandıracağımı önceden biliyorum! Bunlara rağmen yine de ‘kötülüğü bilme meyvesini’ cazip görünüşle yaratıyorum! Senin tam gözlerinin önüne koyuyorum. Yasağımı tutmayacağını bildiğim halde, sana yasaklıyorum. Çünkü esas amacım seni yaratmak, yasaklamak, özgür irade vermek, itaatini denemek değil! ESAS AMACIM SENİ TUZAĞA DÜŞÜRMEK VE CEHENNEME ATMAKTIR!”
İşte, özetle çizilen ve ortaya çıkarılan:
“Tevrat” kitabındaki TANRISAL TABLO!
İnsan, kötülük yapma imkanına niye sahiptir? Kötülük yapma müsaadesi, veya eğilim imkanı, özgürlük müdür? Bu tür “özgürlük ve seçenek imkanı” bereket ve hayat mıdır? Yoksa lanet, bela, işkence ve ölüm müdür?
Tanrıya baş kaldırmak istem veya eğilimi, “özgürlük” değil, “lanet” ise; Tanrı, bu sözde “özgürlüğün” kötüye kullanılarak “lanete dönüşeceğini” de başlangıçtan beri biliyorsa; Tanrı, “özgürlük” adı altında bize “lanet” mi yutturmaya çalışıyor? Orijinal Tanrı böyle bir şey yapmayacağına göre; yoksa cahil insanın bozuk yorumu mu, bu asılsız, akılsız ve saçma tezi bize yutturmaya çalışıyor?
Ezelden beri günah veya kötülük işleyemeyen bir karaktere sahip olduğu için; Tanrı neden “özgürlüğü ve seçeneği olmayan bir robot” olmuyor da; yine aynen, bizim gibi anadan doğan ama günah işleyemeyen bir karaktere sahip olan İNSAN İsa Mesih de; günah işleyemeyen bir karaktere sahip olmasıyla; “özgürlüğü, seçeneği olmayan bir robot” olmuyor da; “Tanrı benzeyişinde” yaratılan insan, “kötülük ve günah işleyemez durumda” yaratılmış olursa, - (bazılarının kıt ve sapık düşüncesine göre) - nasıl “özgürlüğü ve seçeneği olmayan bir robot” oluveriyor?
Günah veya kötülük işlemeye verilen imkan, fırsat, serbestlik veya “dokunulmazlık” gerçekten “özgürlük” müdür? Yoksa tarih boyunca yaşadığımız bela, dert, trajedi, lanet ve ölüm mü olmuştur?
HARİKA ÜRÜNLER!
YOK EDEN BİR KAVRAM, NASIL “ÖZGÜRLÜK” OLABİLİR?
Şöyle ki, bu dünyaya gelmeden önce seçme hakkımız ve özgürlüğümüz yok ise; Dünyaya, ister istemez gelmek ve gelir gelmez de “günahkar” ve “ölümlü” olarak damgalanmak “KADERİMİZ” ise: (Mez. 51:5. İbr. 9:27. Rom. 5:12); Tehlikelerle ve günahın sürükleyici akıntısıyla ister istemez sürüklenmek zorunluluğu olan “kanuna” da tabi isek: (Rom. 7:14-24.) “Özgürlük ve seçenek” mi var? Yoksa kader mi? İnsanı her tür günaha ve acıya batırmaktan başka, özgürlük ve seçenek teorisi insana ne verebilmiş ki? Şu halde, dünyamızdaki kötülük ve acıların nedenini, bize verilen sözde “özgürlük ve seçenekte” değil, başka yerde aramamız gerekiyor!
TANRI, KORUMA VE ZAMANLAMA HATASI EDER Mİ?
Yalancı, Aldatıcı ve Hain Şeytan içeri girerken tanrı kapıları ardına dek açarak Şeytana “gir içeri BUYUR” derken; İlk İnsanı dışarı kovduktan sonra; tanrı şimdi akıl edip, Aden bahçesinin tüm kapılarını en iyi biçimde koruyor! En güçlü ve yetkin Meleklerini, yani “Kerubileri,” ilk insanın bahçeden tekrar içeri girmesini engellemek için bekçiler olarak koyuyor! Engelleme bununla da bitmiyor! Bir de: “Meleklerin ellerine alevli KILIÇLAR” veriyor. (3:24.)
Zavallı Adem ve Havva’yı, “kötülüğün” ne olduğunu bilemez bir bünye mekanizmasıyla yaratıyor. “Kötülüğü BİLME” özelliğini, başka bir yere, yani bir ağacın meyvesine koyuyor. Onu da pırıl, pırıl, cazip, çekici, harika güzellikle donatıyor. Ta ki, görünce hemen cezp olunsun, yasağı bozsun ve alsın yesin diye... bir de tam gözlerinin önüne koyuyor!
Kötülük işlemenin ne olduğunu henüz “BİLEMEYEN” durumdaki masum çocuklarını aldatmak; hayatlarını perişan ve mahvetmek için şeytan bahçeden içeri girerken; Tevrat tanrısı kapıları ardına dek açık tutuyor; bekçilerinin, yani meleklerinin engelini ve ellerindeki “KILIÇLARI... ” hiçbirini kullanmıyor!
Ama masum çocuklarının tekrar bahçeden içeri, yani yurtlarına dönmelerini, güçlü bir şekilde korumaya alıyor ve engelliyor! Bu denli akılsızlık, acımasızlık, insafsızlık, sevgisizlik, gaddarlık... yüce Tanrıya nasıl yakıştırılabiliyor? Bu olsa, olsa orijinal Tanrı değil, ama “Tevrat” kitabını yazanın kendine edindiği uyduruk bir tanrı türü olabilir!
“Kılıçtan” Adem ve Havva ne anlayacaklardı ki? Kötülüğün ne olduğunu henüz bilmedikleri gibi; kılıcın da ne olduğunu, neye yaradığını bilmiyorlardı ki? Kılıcı ilk kez görüyorlardı! Tarihten de bilindiği gibi, “Kılıç” devri, Ademden pek çok devirler sonra başlamıştı. Önce “Taş devri, sonra Yontma taş devri, Cilalı taş devri, Bronz taş devri, sonra da Maden devri” başlamıştı. Taşın ve sopanın savunma olarak pek işe yaramadığını anlayan ilkel insanlar, Adem’den çok devirler sonra madeni keşfetmişlerdi. Madeni keşfeden insanlar, ilk kez mızrağı, oku... sonra da yakın savaş için “kılıcı” imal etmişlerdi.
İlkel cahil yazar, burada maalesef açıkça bir “ZAMANLAMA HATASI” yapıyordu! Ne gerçek orijinal Tanrı, ne de gerçek Tanrısal, orijinal esin asla zamanlama hatası yapmaz! Maalesef ilkel, cahil yazar, bununla da bir “mitolojinin” veya “efsanenin” yani hayal ürünü bir masalın ip ucunu ele veriyordu! Sizce de öyle değil mi? Sayın Okuyucum? Ne dersiniz? Başka bir alternatif var mı?
TANRIDAN DAHA MERHAMETLİ OLABİLİR Mİ?
7.- Tüm bu tuzaklarına rağmen, acımasız, sadece despot bir tavırla: “yasağımı bozarsanız sizi öldürürüm...” şeklindeki uyarısına da siz ne dersiniz? Kaldı ki, bu masum insanlar, henüz “kötülüğün” ne olduğunu bilmedikleri gibi; “yasak” “ceza”, ölmek” veya “öldürülmek” gibi kavramları da henüz bilmiyorlar! Çünkü yeryüzünde henüz hiçbir ceza verilmemiş ve insan ölümü daha hiç gerçekleşmemişti! Bu masum insanlar böyle olayları hiç, asla görmemişlerdi!
Zavallı masum çocuklarınız, düşmanınız tarafından aldatılıncaya dek; zehirden veya eroinden daha beter; yaşamlarını felç ve perişan edecek bir maddeyi alıp yiyinceye dek, lanetli ve ölümlü oluncaya dek, suskunluğunuzu bozmadan, rahatça ve kaygısızca, bu trajik olayı (bir korku filmi seyreder gibi) seyretmeye devam eder miydiniz? Yoksa elinizden gelebilen var gücünüzle, bu trajik olayı engellemeye mi çalışırdınız?
YENİLEME... ERDEMLERİ DE YOK MU OLMUŞ?
Yoksa, tüm gücünüzle, elinizden geldiği kadar, BİLGELİK VE SEVGİYLE; YÜREĞİ TATLI BİR ŞEKİLDE İKNA VE RAZI EDEBİLEN TATLI BİR DİLLE... onları EĞİTİR; tövbeye, özür dilemeye, pişmanlığa çağırır; caymalarını, yenilenmelerini, değişmelerini, tazelenmelerini, güçlenmelerini, evinize ve ailenize tekrar KAZANILMALARINI, tüm yüreğiniz ve gücünüzle sağlamaya mı çalışırdınız?
Peki, “Yaratılış” kitabının tanrısı, neden onları tatlı bir dille, Tanrısal bilgeliği, sevgisi ve süper gücüyle eğitme, tövbe, özür, pişmanlık, caydırma, yenileme, tazeleme, güçlendirme, affetme, bağışlama... ve tekrar cennete kazanmanın o güzel, o ERDEMLİ olanaklarını kullanmadı? Tevrat tanrısı bu denli sert, katı ve acımasız mıydı? Bu gibi harika erdemlerden haberi yok muydu? En az SİZ ve BEN gibi, biz aciz insanlardan oluşan ebeveynler gibi bile de davranamaz mıydı?
“KUTSALLIK” MIDIR?
Peki ama, “günaha bakamayan ve dayanamayan tanrı, günahın anası, temel taşı olan “kötülüğü bilme” ağacını yaratırken; günaha nasıl baktı, dayandı ve de yaratabildi? “Kötülüğü bilme” meyvesini süslü püslü, cazip ve çekici güzellikte yaratırken; onların gözleri önüne koyarken; itaatsizlik edeceklerini, günah işleyeceklerini önceden bilmesine rağmen onları sanki günaha iterken, tahrik ederken... günaha nasıl bakabildi ve dayanabildi?...
İnsan daha ilk hatasını yapınca, onu da bilinçsizce yaptığı halde; özür dilemesini, tövbe etmesini, pişman olmasını, yenilenmesini, güçlenmesini... sağlamadan despotça, merhametsizce, sevgisizce... hem de korkunç bir cezayla cezalandırarak öldürmek, “kutsallık” bu mu? “Adalet” bu mu? Günaha bakamamak ve dayanamamak bu mu? Eğer BİREYİN içinde sevgi, acımak ve merhamet yoksa, kutsallık ve adalet kalır mı? Gerçek kutsallık ve adalet, sevgi ve bilgelikle aynı düzeyde, aynı boyutta, aynı ölçüde, eşitçe = işlemez mi?
VAHŞİ BİR YARATIK MIDIR?
Öldürmek bir ceza mıdır? Yoksa yok etmek, ortadan kaldırmak mıdır? Öldürerek yok ettiğiniz kişiyi nasıl eğiteceksiniz? Nasıl yenileyeceksiniz? Nasıl rehabilite edeceksiniz? Nasıl topluma tekrar kazandırabileceksiniz? Adem ve Havva, eğitimden anlamaz, doğası değiştirilemez, vahşi ve yırtıcı hayvanlar: Aslan, kaplan, timsah, yılan, akrep, tahta kurusu, sivrisinek, bit, pire, haşaratlar... gibi öldürülmeyi hak eden yaratıklar mı idiler? Uygarlaşan devletler, yasalarından öldürmeyi ceza olmaktan neden çıkardılar? Yoksa, “Tevrat tanrısı” henüz bu modern, çağdaş uygarlıktan, sevgiden, dürüstlük ve anlayıştan... nasibini alamamış mıydı?
YASAKLANAN BİR “M E Y V E,”
İNSAN YAŞAMINDAN DAHA MI DEĞERLİYDİ?
“Tevrat” kitabının tanrısı, “yasağına ve meyvesine,” bir doğa şaheseri olarak yarattığı insandan daha fazla neden değer veriyor? Çocuğunuz bir itaatsizlik yapsa, yasağınızı bozsa, onu lanetler ve öldürür müsünüz? Yoksa en tatlı dille ve en bilge yeteneğinizle çocuğunuzu eğiterek olgunlaşmasını mı sağlarsınız? Sorumu yineliyorum! Siz, Tevrat tanrısından daha anlayışlı, daha merhametli, daha şefkatli, daha bilge ve daha sevgi dolu musunuz? İnsanı tatlı ve bilge bir uzmanlıkla eğitme, değiştirme, yenileme; İncil’de olduğu gibi Tanrısal güçlerle donatma; günaha karşı kırılgan değil, ama kırılmaz bir yapıya sahip etme imkanları... “Tevrat” kitabının Tanrısında yok muydu?
Eğer yasağı ve meyvesi, insan yaşamından daha değerli, daha üstün idiyse; eğer itaatsizlik bu denli kötü idiyse, itaatsiz olacaklarını öncesinden bile, bile, insanı niye yarattı? İnsansız, insanı yaratmadan, çok önem verdiği yasakları ve meyvesiyle baş başa kalsaydı! Bu tanrı bir trajedi maceracısı mıydı? Bir meyveye bu denli değer vermek, bir itaatsizliği bu denli büyütmek, sevgi, acıma ve bilgelik dolu bir Tanrıya (Göksel bir babaya) yakışıyor mu?
İSA MESİH, “TEVRAT TANRISINDAN” NEDEN
180 DERECE FARKLIDIR?
İsa Mesih, neden “Tevrat Tanrısının” tam tersini davranıyor? İnsan hayatını neden “bir meyveden” kat, kat daha üstün tutuyor ve değer veriyor? Hatta Kendi Canından bile neden daha üstün ve değerli tutuyor? Bir tek koyununu yitirmemek için, neden YAŞAMINI bile veriyor? Onları “avucuna resmediyor, avuç içi güvenliğiyle onları koruyor: Yu. 10:11-29. Yeşaya 49:6. Tövbe ve yenilenme fırsatı veriyor: 1. Yu. 1:9 Günahı bilinçlice, kasten yapsalar bile ÖLDÜRMÜYOR! Tam tersine onları Cennete tekrar kazandırıyor: Yu. 8:11.vb.
“Yaratılış” kitabının tanrısı gibi, yarattığı “kamışın” ezilmesine ve “tüten fitilin söndürülmesine” izin vermiyor. Ama tam tersine “ezilmiş kamışı kırmıyor ve tüten fitili söndürmüyor!” Yeşeya 42:3. Tam tersine, onları “yepyeni” yapıyor. Kullanılır, iş görür duruma getiriyor! 2.Kor. 5:17. Rom. 6:4-6. Günah işleyemeyen kendi Tanrısal “DOĞASINA ORTAK” ediyor: 2.Pet.1:4. Günah “işleyemeyen” “yeni bir doğa” veriyor!: 1. Yu. 5:18. 3:6-9.
Kutsal Ruhunun tüm gücü ve donanımıyla “emirlerine ve kanunlarına kusursuzca, mutlak itaat ettiriyor!”: Hez. 36:25-27. vb. “Yaratılış” kitabının tanrısında bu harika olanaklar, erdemler yok muydu? Yoksa daha sonra akıllandı, uygarlık ve sevgiyle mi doldu? Yoksa buradaki Tanrılar farklı ve karakterleri de farklı mı?
TANRI KARAKTERİ, ÖZELLİKLERİ, EMİRLERİ;
DEĞİŞKEN VE ÇELİŞKEN Mİ?
Tanrı eğer istese, bir anda şeytanı, kötülükleri ve kötülüklerin neden olduğu tüm günah ve acıları, bir anda yok edemez veya ortadan kaldıramaz mı? Ama Tanrı’nın niye bunlara izin verdiğini, niye önlem alıp engellemediğini veya ortadan kaldırmadığını; niye her şeyi ezelden bilmesine rağmen başka bir plan yapmadığını; olayların akışının neden böyle gelişmesini istediğini; bizzat KENDİSİNDEN, gerçek kaynağından öğrenmemiz gerekiyor!
İyi ve derin düşünülmemiş, aciz insanların ürettiği, yanılgılı veya hatalı yorumlarla; bu gibi şeyleri doğru, dürüst anlayamıyoruz. Çelişki ve kaosta kalıyoruz.! Biz bazı şeyleri olumsuz veya “kötü” olarak algılayabiliriz. Oysa bizim için olumsuz ve kötü görünen şeylere Tanrı’nın neden izin verdiğini; bölünmüş dinler ve mezheplerin, çelişkili yorumlarından öğrenemeyiz! Hatta içindeki fahiş tercüme hatalarını “Tanrısal Esin” olarak bize veren Kutsal Kitap tercümelerinden bile öğrenemeyiz! Bilmediğimiz şeyleri SADECE GERÇEK KAYNAĞINDAN, YANİ BİZZAT TANRI’NIN AĞZINDAN ÖĞRENMEYE İHTİYACIMIZ VAR!
GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANAMADIĞI GİBİ;
TANRI DA ASLA HATA YAPAMAZ!
Tanrı, o yüce ve eşi olmayan görkemli bilgeliğiyle asla yanlış ve hata yapamayacak üstün sevgiye ve güce sahiptir. Yaratıcı ve yüce egemen yöneticinin, bu gibi konularda ne düşündüğünü, ne gibi bir açıklama yapacağını bilmedikçe; bizim hiçbir surette yorum yapmaya, Tanrıyı suçlamaya ve haksız çıkartmaya hakkımız yok!
Bu durumda iki alternatif var: 1.- Ya tamamen koyu bir ateist olunur. Böylece Tanrı olmadığından, evrendeki ve dünyamızdaki hiçbir şeyden de sorumlu olmaz. 2.- Ya da (bana göre) Tanrı’nın asla inkar edilemez gerçek Varlığını, yani, mutlak ezeli yaratıcılığı, egemenlik, hakimiyet, bilgelik, belirleme, denetim, kontrol, yönetim ve iradesi kabul edilmelidir!
Tanrı’nın inkar edilemez Varlığına inanırsak; sahip olduğu tüm özelliklerini; yani, en yüce Hakimiyetini, Egemenliğini, Yöneticiliğini; evrendeki her şeyin Onun denetimi ve kontrolü altında cereyan ettiğini de kabul etmek zorundayız! İstemediği hiçbir şeyin baskısı veya engeliyle karşılaşmayacağını; bu yüzden de, dünyamızda olmuş olan, olmakta olan ve olacak olan her şeyin Onun kontrolü, denetimi ve iradesiyle gerçekleştiği; “KADERİ” kabul etmek zorundayız!
Tanrı yarattığı tüm canlıların ne tür hareket edeceklerini, nasıl davranacaklarını ÖNCEDEN BİLMEKTEDİR! Tanrı’nın “önceden bilmesi” ve önlem almaması, özgürlük ve seçeneklerimizin kötüye kullanılması dahil, olacak olan her şeyi önceden BELİRLEMESİDİR! Eğer olacak olan her şeyi ezelden böyle belirlemeseydi, bunlara asla izin vermez, engeller, önlem alır yok ederdi. Bunun başka bir çıkış yolu, başka bir alternatifi var mı? Varsa lütfen bildirin!
YUKARIDAKİ DERSLERE DAİR AÇIKLAYICI SORULAR:
(Lütfen Cevaplayınız!.)
İnsan doğuşundan itibaren istisnasız niye günahla damgalanıyor? Günahlı doğmak ve günah işlemek mutlak kaderimiz mi? Mezmur 51:5. Rom. 3:10-19. 5:12. 7:18-24. Vaiz 7:20. vb
İnsan, günah karşısında, cam, porselen... gibi niye zayıf ve kırılgan malzemeyle yaratılmıştır? İnsan, günah karşısında kırılgan olmayan, en dayanıklı malzemeyle yaratılamaz mıydı? Yoksa, insanın günah karşısında kırılgan olması, yani günaha düşmesi mi tasarlanmıştır? İnsan günah karşısında kendi başına neden zafer kazanamıyor? Neden sürekli yenik düşüyor?
İnsanın kırılıp da tekrar onarılması, yüce Tanrı’nın o görkemli yaratma bilgeliğini zedelemez mi?: Rom. 7:15-24. 3:10-18. 5:12. 1.Yu. 1:8,10. Vaiz 7:20. “Günah” niye var oldu? Günahın olmadığı bir yaşam şekli, neden tasarlanmamıştır? Bize Kurtarıcının güzelliği veya sevgisi gösterilsin diye, mutlaka günaha düşmemiz mi tasarlanmıştır? Yani, “Omo” temizleme tozunun gücü gösterilmesi için, “Omo” fabrikası tarafından kirlilik mi üretilmelidir?
İnsanı günah karşısında KIRILGAN malzemeyle yaratıp; böylece insanın kırılmasına müsaade etmek; kırıldıktan sonra da ONARMAK mı? Yoksa KIRILAMAZ malzemeyle yaratmak mı? Hangisi Tanrı bilgeliğine ve onuruna yakışır? Örneğin: Uzman bir doktor, doktorluk uzmanlığını, hastalarını sevdiğini ve güzel iyileştirdiğini göstermesi için; virüsler, bakteriler, hastalık yapan kötü mikroplar üretmesi; ürettiği bu hastalık mikroplarını sağlıklı insanlara bulaşmasını sağlaması; yani, önce onları hasta etmesi; sonra da hastalanan bu insanları mükemmel bir şekilde iyileştirmesi mi gerekiyor?
Böyle bir yola baş vuran bir hekim olsaydı, nasıl karşılanırdı? Cezaya çarptırılır mıydı? İnsanı günah karşısında zayıf ve kırılgan malzemeyle yaratıp; günaha düşmesine izin vermek; ve yüzyıllar sonra, en harika ruhsal ilaçlarla uzman doktor (Kurtarıcı) göndererek iyileştirmeye çalışması öğretisi; yukarıdaki örnekte görünen “uzman doktorun” yaptıklarına benziyor mu?
HİÇ HASTALANMAMAK,
İYİLEŞTİRİLMEKTEN DAHA DEĞERLİ DEĞİL Mİ?
Bu durum, hastalanarak şifa bulmaktan daha güzel, daha üstün ve daha da değerli, değil mi sizce de? “İnsan hastalanmadan, hastalığın kötülüğünü ve sağlığın güzelliğini bilemez” diyeceksiniz. İyi ama, insan hastalanmadan, hastalığın kötülüğü hakkında bilinçlendirilemez mi? Örneğin: bir filmle, bir tiyatroyla, bir senaryoyla...
DAHA DEĞERLİ DEĞİL Mİ?
GÜNAHTAN KURTARILMAKATAN DAHA İYİ DEĞİL Mİ?
Burada yine: “İnsan günahtan kurtarılmasaydı, kutsallığın ve kurtarılmanın değerini bilemeyecekti” diyeceksiniz! İyi ama, Tanrı asla günah işlemez ve günahtan da kurtarılmaz. Bu durumda Tanrı, kurtarılmanın değerini bilmiyor mu? Aynı paralellikte, bizim gibi anadan doğan ve İNSAN olan İsa Mesih, günaha asla bulaşmamış ve günahtan kurtarılmaya da asla ihtiyacı olmamıştır. Bu durumda İsa, kurtarılmanın değerini bilmiyor mu? O nasıl günaha bulaşmadan, kurtarılmanın değerini bilebiliyorsa, bize de günaha bulaştırmadan, kurtarılmanın değerini bildiremez, öğretemez miydi?
İnsanın günah karşısında kırılıp, tekrar onarılmasına gerek olmayan, sertleştirilmiş ÇELİK gibi, veya bilimin teknolojisinde var olan “kırılamaz malzemeyle” yapılabilme olanağı varken; başlangıçta insan niçin böyle yaratılmadı? Cam, porselen gibi kırılabilen malzemeyle yaratıp, kırıldıktan sonra onarmak mı? Yoksa “sertleştirilmiş çelik” gibi, kırılamaz malzemeyle yaratıp da, sonradan onarmaya hiç gerek kalmaması mı?
Hangisi, Tanrı’nın süper eşsiz gücü ve bilgeliğinin kalitesiyle bağdaşır? Günah işleyemeyen Tanrı “benzeyişinde” insanın yaratılmasının aslı nerededir? Kırılgan malzeme, veya kırılmaz malzeme gibi kalite farkları varken, niçin bu kalite farklarını görmezden geliyoruz da, çürümüş, delik deşik olmuş, işe yaramaz olan “seçme özgürlüğü” kavramını, paravan olarak kullanıyoruz?
Tüm trajedilere rağmen hayat bize sevdirildi! Doğar doğmaz “günahla” damgalanmak kaderimiz oldu! (Mez. 51:5.) Dünyada var olan günahın güçlü akıntısıyla sürüklenmemiz de maalesef kaderimiz oldu: Vaiz:7:20. Rom. 7:17-24. vb. Eğer “kader” değil de “özgür seçim” denilen paravanı kullanacaksan, kendine şu soruyu sormayı da asla unutma: “Biz özgür irademizle seçmeden çok önce, her şeyi bilen yüce Tanrı, “özgür irademizi ve seçeneğimizi” kötüye kullanacağımızı önceden bilmiyor muydu?” Bu sorunun doğru yanıtı, başka hiçbir alternatifi olmayan mutlak “KADERE” bağlar bizi!
Soru 2.- Ticaret yapmak, malını sürekli satıp para kazanmak isteyen çıkarcı bir imalatçının, “kırılgan malzeme” kullanması doğaldır. Ancak ticari çıkar gözetmeyen, bilge ve ünlü bir imalatçı, malını “kırılabilen malzemeyle” yapıp; tekrar onarılmasını istemez. Bunun yerine, ününü ve şöhretini yitirmek istemeyen bilge ve onurlu bir imalatçı, tekrar onarılmasını gerektirmeyen mutlaka “kırılmaz malzeme” kullanır.
“Günah” veya kötülük karşısında, insanın “kırılgan” olup, tekrar onarılmasını gerek gören Kutsal Kitabın öğretisi; Yüce Yaratıcının ününe, şöhretine ve bilgeliğine yakışıyor mu?
Soru 3.- “Tanrı insanı kendi benzeyişinde, özgür ve seçenek hakkına sahip olarak yarattı. İnsan eğer kötülük veya günah işleyemez durumda yaratılsaydı; Özgürlüğü ve seçeneği olmaz, robot olurdu. İnsan özgür istemiyle ya iyiliği yada kötülüğü seçmelidir...” inancının; ne denli doğru, uygun, bilgece; veya ne denli çözümsüz, saçma, ilkel, kıt düşünceli, akılsızca, her tarafı deliklerle dolu iş görmez bir “paravan” olup olmadığına, lütfen aşağıdaki şu sorulara bakarak karar verin:
A).- Tanrı, kötülük yapamaz doğasıyla “özgürlüğü ve seçeneği olmayan bir robot” olmuyorsa; B.) Üstelik İsa Mesih, bizim gibi anadan doğan İNSAN doğasıyla; günahın kötü olduğu bilincine sahip olduğu halde; günaha bulaşmayan; kötülük yapma imkanına sahip olmayan insan doğasıyla; günah için seçeneği olmayan “bir robot” olmuyorsa;
C.) “Tanrı benzeyişinde yaratılan insan,” kötülük yapma imkanına sahip olmayan bir doğaya sahip olarak, neden “robot” olsun ki? Ç.) Kötülük yapabilme imkanı olmadığından dolayı “seçeneği ve özgürlüğü” olmayan insan eğer bir “robot” olacaksa; D.) Ezelden beri kötülük yapamayan Tanrı; E.) Aynı zamanda İsa Mesih’in insan doğası; çok daha önce, “seçeneği ve özgürlüğü” olmayan bir “robot” olmuyor mu? Bu gerçek, yukarıdaki inancı çürütmüyor ve saçmalığını göstermiyor mu?
Ayrıca, A)- Günah işlemeye verilen imkan veya serbesti; aslında bela, dert, trajedi, haksızlık ve tüm kötülükleri içerirken, buna hangi yürekle “özgürlük” diyebiliriz ki? İnsan, “özgürlüğünü ve seçeneğini kullansın ve robot olmasın” diye; günah işlemeye verilen imkan nedeniyle, günahın kölesi veya “kötülük robotu” olmamış mıdır? O halde, “seçeneği ve özgürlüğü” olmayarak, yani kötülük yapma imkanı olmayarak bir “iyilik robotu” olsaydı daha mı kötü olacaktı?
B).- İnsan kendisini kendisi mi yapmıştır? İnsan doğasını kendisi mi kötü yapmıştır? Kötülüğü ve günahı insan kendisi mi yaratarak doğasına koymuştur? Yoksa insanın yapıcısı mı vardır? İnsanın olduğu gibi yapıcısı varsa; yapıcısını bir tarafa itip; kendini “kırılgan” veya “kırılmaz” duruma getirebilir mi? Cam, kendi kendine çeliğe dönüştürebilir mi? Yapıcısı insan bünyesinde ne malzeme kullanmışsa, insan onu kullanmak zorunda değil mi? (Lütfen Bak Yeremya 13:23-24.)
Bugün maalesef pek çok vaazlar, nafile: “insanın kendi kendini onarması, değiştirmesi teşvik ve çabası” etrafında dönüyor. Yapıcısı insanı değiştirmezse, insan kendi gücüyle kendisini değiştirebilir mi? “Habeş kendi derisini, yahut kaplan kendi benekleri değiştirebilir mi? O zaman kötülük etmeye alışmış olan sizler de iyilik edebilirsiniz” (Bak. Yeremya 13:23. Hezekiel 36:25-27. )
Elçi Pavlus da şöyle dert yanıyor: “İstediğim iyi şeyi yapamıyorum, ama istemediğim kötü şeyi yapmaya itiliyorum! Günah altında satılmışım, günah kanununa esir olmuşum... ne zavallı adamım! Bu ölüm bedeninden beni kim kurtaracak?” (Bak. Rom. 7:14-24.)
Günaha kendi gücüyle karşı koyamayacak zayıflıkta olan insanın önüne, Tevrat tanrısı “günah” kavramını hangi akılla koydu? İlk insanın “günah” karşısında yeterli gücü olsaydı, direnip, mutlaka galip gelmez miydi? Veya günah karşısında ilk insana Tanrı kendi gücüyle yardım etseydi, insan galip olmaz mıydı? İnsanın, kendi gücüyle günaha karşı çıkamayacağını bile, bile, Tanrı insana niye yardımcı olmadı? İnsanı, günah karşısında kırılgan bir malzemeyle yarattığını bilmiyor muydu?
Sorunun çözümü çok basittir: 1.- Tevrat tanrısı, günah olgusunu hiç yaratmamalıydı! 2.- Ama eğer günah olgusunu mutlaka yaratacak ise, o zaman da insanı günah karşısında kırılgan malzemeyle yaratmamalıydı; 3.- Ya da eğer insanın günah karşısında kırılgan malzemeyle yaratmak istediyse; ve eğer sevgi, bilgelik, anlayış, sevecenlik, şefkat ve merhamet doluysa; günah karşısında kırılgan olan insanın kırılmaması için, Tanrısal gücüyle yardım etmeli, destek olmalı ve ona zafer kazandırmalıydı!
1.- Bilgeliğin, sevginin, anlayışın, şefkatin, iyiliğin, tüm güzelliklerin kaynağı bir Tanrı olarak; hem günah olgusunu yarat; 2.- Hem günah olgusu karşısında insanı kırılgan olarak yarat; 3.- Hem de günah karşısında kırılacağını bildiğin insana sadece sözlü PASİF bir uyarı yapmakla yetin ama hiçbir Tanrısal yardımda bulunma... Sonra da insan günah karşısında kırılınca, ona lanetler yağdır, yurdundan, bahçesinden kov, dünyada sürüm, sürüm süründür, sonra da öldür! Hayret doğrusu! Akıl alacak, olacak şey değil!
Ne düşünüyorsunuz? “Bu acayip yazar, küçücük beyniyle O yüce Allah’a akıl mı öğretiyor?” diye mi düşünüyorsunuz? Haşalar olsun! İlkel Tevrat yazarının akılsızlığını asla ben de denemek istemem! Ben burada asla Orijinal Tanrıdan söz etmiyorum! Tevrat yazarının kendi ilkel kafasına göre ürettiği ilkel tanrıdan söz ediyorum! Sevgi, bilgelik, anlayış, sevecenlik, şefkat dolu, hatta her güzelliğin kaynaklandığı bir Tanrıya yakışacak özellikler değil bunlar! Bu gibi anlayışsızlık, acımasızlık, bilgesizlik, sevgisizlik, Orijinal Tanrıya yakışan özellikler değil! Bu gibi marjinal tavırlar, ilkel dinlerin veya ilkel insanların ürettikleri tanrı kavramlarından başka bir şey olabilir mi?
Bana söyler misiniz? Cennet gibi bir bahçeden, harika bir yuvadan kovulmayı, lanetlenmeyi, trajedilerle dolu bir hayatı ve ölmeyi kim ister ki? İnsan, “seçeneğini veya özgürlüğünü” böyle korkunç felaketler için kullanması, aptallıktan daha öte, “geri zekalı” olmasını gerektirmez mi? İnsan kötülük karşısında kırılgan olarak yaratılmasaydı; veya kötülüğü seçebilme imkanı verilmeseydi; Veya insan kötülüğe karşı yeterli Tanrısal güçlerle yardım alsaydı; veya insan kötülük karşısında “kırılmaz malzemeyle” donatılsaydı, insanlık ve dünya bu perişan hale düşebilir miydi?
Japonlar ve Amerikalılar doğadaki “depremi” yok edemiyorlar. Ama depreme dayanıklı malzeme kullanarak, deprem felaketini ya en aza indiriyorlar, ya da tamamen yok ediyorlar. Oysa fakir, gelişmemiş, ya da bencil ülkelerde, depreme dayanıklı malzeme kullanmıyorlar. Deprem felaketi de gelince de, ölümlerle, sakatlanmalarla, sefaletlerle, trajedilerle karşı karşıya kalıyorlar. Bu örneğe bakarak: Ne diyelim yani, Tanrı da “gelişmemiş, fakir, bencil...üçüncü dünya ülkeleri gibi” hem ruhsal depremin şiddetine dayanıksız malzemelerle insan bina ediyor; hem de şiddetli “Günah” depremini göndererek, “benzeyişinde” yarattığı “onurlu” insanı yerle bir mi ediyor? Böyle bir tanrıyı kim kabul eder?
Kötülük işlemeye verilen imkan, nasıl “özgürlük” olabilir ki? Gerçek özgürlük: Refah, rahat, mutluluk, güven, esenlik, sevinç, bereket... gibi güzel şeyleri ihtiva etmez mi? Tutsaklık, kölelik, hapis, baskı, sömürü, ayrımcılık, korku, tehdit, stres, eza, zulüm, işkence... gibi kötü şeylerden azatlık değil midir?
Kötülük işlemeye verilen imkan, sahte, yozlaşmış, anlamını yitirmiş bir “özgürlük” değil midir? Dünyamızı birkaç kez mahvetmeye yeterli Nükleer, Kimyasal, Kobalt, Hidrojen, Atom... gibi bombalar “özgürlük” müdür? Tarih boyu yaşanan acı trajediler “özgürlük” müdür? Gerçek özgürlük kötüye kullanılamaz! Gerçek özgürlük kırılmaz malzeme gibidir! Kırılmaz malzemeyi “kırılgan” yapamazsınız! İnsan eğer kırılmaz malzemeyle yaratılsaydı, nasıl “kırılgan” olabilirdi? Böylece gerçek özgürlüğün kötüye kullanılamayacağını ve günah işleme imkanın da “özgürlük” olmadığını fark edebildiniz mi?
“Seçenek hakkına” gelince, kötülük işlemeye verilen imkan, fırsat veya serbesti, güya “seçenek hakkı” mıdır. Seçenek hakkını ve özgürlüğünü dünya tarihinde (İsa’dan başka) kötülükten arı ve uzak; salt iyilik için kullanabilen; Tanrıyı hoşnut edebilmiş, cenneti kazanabilmiş bir kişi olabilmiş mi? Olabilseydi İsa’nın gelmesine gerek kalır mıydı?
Dünyaya gelmeden kime seçenek hakkı veriliyor? Dünyaya daha gelmeden, kim ulusunu, vatanını, ailesini, bedenini, adını, rengini, dilini, dinini, mezhebini, seçebiliyor ki? Dünyaya geldikten sonra, bunlar bize mecburen benimsetilen kaderimiz değil mi? Kim daha doğmadan “günahla” damgalanmak ister? “Anam bana günah içinde gebe kaldı ve ben günah içinde doğdum!” (Mez. 51:5.) ayeti, bize dayatılan kader değil mi?
Kim, günahla mücadele edip de yenik düşmek “kırılgan malzeme” olmak ister? Kim, “imansız, ateist, kafir, cehennem mahkumu”... olarak dışlanmak, yadırganmak veya yargılanmak ister? Kim, yaşlılığın çilelerini çekmek ister? Kim, bu dünyada bulunan çeşitli acılara, trajedilere, çilelere bulaşmak ister? Kim, amansız hastalıklarla acılarla, haksızlıklarla boğuşmak ister? Kim, sevdiklerini ölümle kaybetmek ve kim sevdiklerinden ölümle ayrılmak ister?...
Şöyle ki, bu dünyaya gelmeden bize “seçme hakkı” tanınmıyorsa; sadece “kadere” “oldu bittiye” “emri vaki”ye baş eğmek zorunda kalıyorsak; bu bozuk, yamuk, kahpe, tehlike, risk ve günah akıntısıyla dolu dünyaya geldikten sonra güya bize verilen “seçme hakkı:” kötülüklerden, haksızlıklardan, acılardan, trajedilerden, savaşlardan, bombalardan... başka neye yarıyor ki?
Dünyaya gelen hangi bebek kahkahalarla, güler yüzlü, sevinçle doğuyor? Tam tersine bu kötü dünyaya seçme hakkı olamadan gelmenin ilk protesto çığlıklarını atarak, ağlayarak gelmiyorlar mı?
İlk insanın yaşamı “Tevrat Tanrısına göre” neden “kırılgan malzemeyle” yani mutlak günaha düşüşle başlıyor ve sonuçlanıyor?. Vakitlerin sonunda İncil döneminde ise neden 180 derece farklı “kırılmaz malzeme” yani, günaha karşı kesin zafer ortaya çıkıyor? Tevrat Tanrısının “kırılmaz malzemesi” yok muydu? Yoksa sonra mı bunu keşfetti buldu? Yoksa Tevrat Tanrısının karakteri başka, İncil Tanrısının karakteri başka mıdır?
2.- Tanrı, “Kötülüğü BİLME” özelliğini niye ilk insanın vicdanına veya bilincine değil de, başka bir yere, yani bir “AĞACA” koydu? İlk insan neden bu bilinçle yaratılmadı da, yasaklanan “meyveyi” yiyerek, yani günaha bulaşarak öğrenmeliydi?
3.- Tanrı, “Kötülüğü Bilme” meyvesini yasaklamasına rağmen; neden ona “hoş” cazip, çekici, güzel; yemeye tahrik ve teşvik edici bir görünüm verdi? Bu bir tuzak mıydı? “Ölüm” gibi yaşamı tehdit eden bir maddeyi, neden var etti ve kuytu, gizli, uzak bir yere değil de tam “bahçenin ortasına” göz önüne koydu?
4.- Kötülüğün veya itaatsizliğin ne olduğunu henüz bilmeyen; ancak yasaklanan “meyveyi” yiyince öğrenecek olan; Yani, bilinçlice, kasten suç etmeyen; ne yaptığını veya yaptığı şeyin “kötü” sonuç vereceğini bilmeyen ilk insana; “ölüm” gibi korkunç bir ceza vermek, sevgi, kutsallık ve adaletle örtüşüyor mü?
5.- Öldürmek bir ceza değil, “yok etmek, ortadan kaldırmak” iken; ancak doğası değişmez, eğitilemez, zararlı vahşi hayvanlara uygulanması gerekirken; bir doğa şaheseri olan insana “Tevrat Tanrısı” niçin vahşi, yırtıcı bir hayvanmış gibi davranarak öldürdü? Öldürerek, insanı eğitme fırsatını neden yitirdi?
6.- İnsanı “tövbe ve özür dileme” gibi, değiştirmek, yenilemek, caydırmak, pişman etmek, topluma tekrar kazandırılmak, rehabilite etmek... gibi harika eğitim olanakları varken; “Tevrat Tanrısında” bu olanaklar yok muydu? Neden acımasızca, sevgisizce lanetledi ve sonra da öldürdü?
7.- “Yasak” ve “meyve,” dünya şaheseri olan insan hayatından daha mı önemli, daha mı değerliydi? İlk insanın itaatsizlikleri kasti, bilinçli değildi; eğer kasti bile olsaydı; bir itaatsizlik karşısında “ölüm” gibi bir uygulama, adalet, kutsallık ve sevgiyle örtüşüyor mü?
8.- İsa Mesih’in insan hayatına verdiği değer ve önem; neden Tevrat Tanrısının tam tersine 180 derece farklıdır? İnsanın günah veya kötülük karşısında kırılmaz duruma getirilmesi neden İncil’de yer alıyor? Buna karşın insanın günah denemesi karşısında kırılabilen bir malzemeyle yapılması neden Tevrat’ta yer alıyor? İsa, İncil ayetlerine göre, neden canını bile veriyor ama bir tek koyununu vermiyor? İsa neden Tevrat Tanrısı gibi “ezilmiş kamışı kırmıyor ve tüten fitili söndürmüyor?” Ama onları yepyeni, taptaze yapıyor?
9.- Tanrı, her şeyini elleriyle yarattığı insanın nasıl davranacağını önceden bilemediği için; sonucu görebilmek ve öğrenebilmek için aciz bir insan gibi deneme mi yapıyor? İlk insanı, “İyilik ve kötülüğü bilme” ağacıyla; İbrahim’i İshak’la; Eyub’u korkunç hastalıkla, bizleri başka şeylerle... ne edeceğimizi önceden bilemediği için, aciz insan gibi denemesi yakışık alıyor mu?
10.- Cam veya porselen gibi kırılgan malzemeyle; veya sertleştirilmiş çelik gibi kırılmaz malzemeyle yaptığınız eşyaların dayanıklılığını bilmek için deneme mi gerekli? Tanrı insanı nasıl bir malzemeyle yaptığını bilmiyor mu?
11.- Kırılabilir malzemeyle yapıp da kırıldıktan sonra onarmak mı? Yoksa onarılmaya hiç gerek kalmayan kırılmaz malzemeyle imal etmek mi? Hangisi daha bilgece ve güzeldir? Hangisi Tanrı’nın bilgeliğine ve görkemine yakışır?
12.- Günah veya kötülük işleyebilmek için verilen imkan, fırsat veya serbesti, “özgürlük ve seçenek hakkı” mıdır? İlk insana ve bizlere, kötülüğü serbestçe işleyebilmek için mi “özgürlük ve seçenek hakkı” verildi? Bu tür bir özgürlük ve seçenek inancı, yozlaşmış, körleşmiş, sahte, anlamını yitirmiş değil mi?
13.- Özgürlük ve seçeneğini, hiç kötülük yapmadan sürekli iyiye kullanabilmiş bir kişi bile olabilmiş mi? Özgürlük ve seçenekle Tanrıyı hoşnut etmek ve sonsuz yaşam elde etmek mümkün mü? İsa ne için geldi? Kutsal Kitap: Niçin “bir kişi bile yok” diyor?
14.- Günah işlemeye verilen imkan, güya “özgürlük ve seçenek” midir? Yoksa tüm trajedilere yol açan bela mıdır? Kötülük işleyebilme imkanı güya “seçenek hakkı” mıdır? Yoksa insanı kötülük robotu mu yapmıştır?
15.- Şu halde, “insan eğer kötülüğü de yapabilir durumda olmasaydı, seçeneği ve özgürlüğü olmaz, bir robot olurdu” inancı; sahte, yalan bir paravan değil midir? Tanrı, doğasında kötülük yapamaz durumda olduğu için, “seçeneği ve özgürlüğü olmayan” bir iyilik robotu durumunda mıdır? Aynen, bizim gibi anadan doğan İNSAN tabiatıyla, günah işleyemeyen bir yapıya sahip olduğu için; İsa Mesih de, “seçeneği ve özgürlüğü olmayan bir robot mu olmuştur?
16.- “Tanrı benzeyişinde” yaratılan insan da, kötülük yapamaz, ama salt iyilik yapar durumda, “kırılmaz malzemeyle” yapılsaydı; bir robot mu olacaktı? Kaldı ki, insan kötülük yapamaz, ama salt iyilik yapar durumda bir “iyilik robotu” olsaydı; şimdiki gibi, “kötülük robotu” olmasından daha mı kötü olurdu?
17.- İnsanın güya “özgürlüğü ve seçenek hakkı,” dünyamızı birkaç kez mahvedebilecek sinir gazlarına, nükleer, kimyasal, kobalt, hidrojen, atom... gibi bombalara neden olmadı mı? Acı, trajedi ve işkencelerin kaynağı bu değil mi?
18.- Gerçek özgürlük, mutluluk, refah, rahat, sevinç, esenlik, güven,... gibi iyi şeyler olup; baskılardan, zulümlerden, dertten, ayrımcılıktan, tüm kötülüklerden azat olmak değil midir?
19.- Başlangıçta doğarken insana niye seçenek hakkı verilmiyor? Bu dünyaya gelirken, kime ülkesini, vatanını, ailesini, adını, bedenini, rengini, dilini, dinini, mezhebini, kültürünü, geleneğini... seçme hakkı veriliyor? Bunlar bize kaderimiz olarak benimsetilmiyor, sevdirilmiyor ve dayatılmıyor mu?
20.- Doğmak ve ölmek, kaçınılmaz kaderimiz ise, günahlı olmak da kaderimiz olmuyor mu? Şöyle ki, günah, tuzak, tehlike ve risklerle dolu olan bu yamuk dünyaya geldikten sonra; güya verilen “özgürlük ve seçenek hakkının” kölelik, robotluk ve trajedilerden başka bir şeye yarıyor mu?
21.- Siz, “Tevrat Tanrısından” daha iyi ve akıllı mısınız? Dışarıda, uzaklarda ürettiğiniz esrar, eroin, benzin, kibrit gibi malzemeleri evinize getirir misiniz? Bu maddelerin tehlikelerinden hiç haberleri olmayan çocuklarınızın gözleri önüne koyar mısınız?
22.- Bu tehlikeli maddeleri yasaklamanıza rağmen, yasağınızı bozmaya tahrik ve teşvik ederek; onlara cicili bicili, çekici, cazip, güzel ve hoş bir görünüm vererek, yasağınızı bozmaya tahrik edip tuzağa düşürür müsünüz?
23.- Çocuklarınızı aldatıp bu tehlikeli maddeleri kullanmaya ikna edeceğini önceden iyice bildiğiniz bir düşmanınız kapınızı çalınca, ardına kadar açar ve içeri alır mısınız? Çocuklarınız aldatılıp bu maddeleri kullanmaya başlarken, “bakalım şimdi ne olacak?” diyerek hala rahatlıkla seyreder misiniz?
24.- Çocuklarınız bu maddelerle keyiflenip, arkasından yangın çıkarınca: “Ben nasıl olsa uyarımı yapmıştım, kendileri bilir...” deyip hala seyreder misiniz? Sonra da yangında her tarafları yanmışken; en iyi ilaç, doktor, hastane, ambulanslara sahip olduğunuz halde bunları acilen, derhal, hemen, kullanmaz mısınız?
25.- Yoksa bu imkanlarınızı kullanmaz, bu perişan durumda onları kapı dışarı atar, sonra da öldürülmeleri için celladınıza emir verir misiniz?
26.- İsa’da veya İncil’de olan o harika özellikler: “sertleştirilmiş çelik! Kırılmaz malzeme” günaha karşı o harika koruma donanımı... “Tevrat Tanrısında” bulunmuyor muydu? Yoksa sonra, akıllandı, uygarlaştı, sevgiyle doldu mu? Yoksa Tanrılar farklı ve karakterleri de farklı mı?
30.- Sınıfta bir öğrencinin suçu için tüm öğrencileri birden cezalandıran öğretmene kim iş verir? Nasıl oluyor da, bir adamın suçu yüzünden tüm insanlar suçlu oluyor ve cezalandırılıyor? Nasıl oluyor da “babaların günahı dördüncü kuşaktan aranılıyor? “Babalar koruk yedi de oğulların dişleri kamaştı artık denilmeyecek. Koruk yiyenin kendi dişleri kamaşacak” gibi ayetlerle karşılaştırırsak, hangisi doğru, hak, adil ve dürüst olacak? Tanrı durmadan akıl, adalet, uygarlık, dürüstlük ve sevecenlik hakkında fikir değiştirerek, farklı dersler mi alıyor?
31.- Vahşi ve yırtıcı canavar hayvanlar, insanın günahı yüzünden mi böyle oldular? Yoksa insan daha yaratılmadan önce “Tevrat Tanrısı” “deniz ve orman canavarlarını” böyle mi yaratmış?
32.- Lanetler niye tutarsız? “Alnının teriyle ekmek yiyeceksin” laneti, sadece tarımla uğraşan çiftçiler ve hamallar için mi geçerli? Bir telefonla oturduğu yerden milyarlar kazananların laneti, zahmeti, alın teri... nerede?
33.- “Ömrünün tüm günlerinde toprak yiyeceksin.” Ayeti doğru mudur? Yılan niye bir etoburdur. Fareleri, kertenkeleleri, cinsini, yutabildiği her canlıyı yiyor. Toprak yeme laneti nerede kalıyor?
34.-“Deneme” konusuna tekrar gelince: Tanrı, şeytanı tutup cehenneme attığı ve zincire vurduğu halde; neden tekrar çözüyor? Neden yine serbest bırakıyor, insanları “saptırması” ve günaha düşürmesi için salıvermekle beraber, onların sadakat ve bağlılığını bu şekilde DENEMEYE çalışmıyor mu? “DENEYEN” DENEYEREK ÖĞRENEN, BİLGİ VE DENEYİM KAZANAN BİR VARLIK, NASIL “TANRI” OLABİLİR? (Bak. Esinleme 20:1-3- 7.) vb. Tanrı denemeyle mi öğreniyor?
35.- Bunlara benzer sorularla, acaba Yeremya’nın yalancı peygamberler için peygamberlik ettiği gibi: “Onları ben göndermedim, kendileri koştular. Onlara ben emretmedim, ancak kendi yüreklerinin hilelerini peygamberlik ediyorlar.” ( Bak Yeremya 23: 25-36.) Açıklaması gibi, bu gibi konularda yanlış esinler, kıt, ilkel insan düşünceleri, bazı mitoloji ve efsaneler mi Kutsal Kitaba girdi acaba? Yoksa tercüme bozukluklarından mı kaynaklanıyor? Yanıtlarsanız sevinirim! Saygılar!
A).- Önceden size benimsetilen ve sevdirilen “dinsel doğrulardan” etkilenmeden;
B).- Tanrı’nın size armağan ettiği sağ duyu, akıl, mantık, derin düşünme, zeka, bilgelik, anlayış, algılayış, gerçekçilik, tarafsızlık ve objektiflik gibi... beyinsel yeteneklerinizi körleştirmeden;
C).- Özünde doğru, yanlış, çelişki, sapıklık, saçma olan objeleri ayırt ederken; Ç).- Tarafsız ve objektif görüşü üstün tutarak yanıtlamaya özen göstermenizi rica ediyorum!
SORU: 1.- Buğday tohumu olmadan un ve ekmek; tütün yaprakları olmadan sigara; haşhaş bitkisi ve bazı kimyasal elementler olmadan da esrar, eroin, zehir gibi maddelerin üretilemeyeceğini bilirsiniz. Bu gerçekten yola çıkarak, günahın kökü, temeli, alt yapısı; Günaha giden ilk yol veya günaha açılan ilk kapı olan; tüm kötülük, acı ve ölümün kaynaklandığı: “KÖTÜLÜĞÜ BİLME ağacını ve meyvesini” “Tevrat Tanrısı” niye yoktan yarattı? (Yar. Tek.. 2:9,17.)
Dünyamızın başlangıcında, ilk önce “KÖTÜLÜK BİLGİSİ” nasıl ve nereden kaynaklandı? “Tevrata” göre: Başlangıçta dünyamızda “kötülük” diye bir bilgi yokmuş. Ağaçları yaratırken, “kötülüğü BİLME” ağacıyla “kötülük bilgisini” İLK KEZ Tekvin – Tevrat Tanrısı VAR etmiş. “Kötülük” SÖZÜ, dünyada ilk kez Tekvin - Tevrat Tanrısının ağzından çıkmış! “Kötülük” sözünü ilk işiten de, ilk insan olmuş. Tekvine –Tevrat’a göre, dünyada kötülüğün ilk kökeni böyle başlamış!
Çünkü: A).- İlk insan, yaratıldığından itibaren hiçbir kötülüğü, yasağı, cezasını FİİLİ olarak GÖRMEMİŞ ve YAŞAMAMIŞ. Deneyimi, tecrübesi de yok! Çünkü: B).- Üstelik, Tanrı, kötülüğün ne olduğu bilincini veren, “kötülüğü BİLME” ÖZELLİĞİNİ de, İlk insanın İÇİNE, beynine, vicdanına... DEĞİL; BAŞKA BİR YERE, yani bir AĞACA koymuş! Bilgininin, eğitim ve deneyimle geldiğini biliyoruz. Tekvinin – Tevrat’ın yazılışına göre: Tekvin Tanrısının, ilk insana, “kötülük bilgisi” hakkında gerekli beyinsel ve vicdansal eğitimi ve gerekli deneyim fırsatlarını vermediğini görüyoruz.
Çünkü, “Kötülük bilgisi” ilk insanın vicdan ve beyninde bulunması gerekirken; burada bulunmadığını; ama başka bir yerde yani, yasaklanan “kötülüğü BİLME” ağacının meyvesinde bulunduğunu görüyoruz. Böylece ilk insanın kötülük hakkında eğitilmesi, deneyim kazanması ve bilgilenmesi için, yasaklanan “kötülüğü BİLME” meyvesini yemesi gerek olduğunu görüyoruz. İlk insan yasağa uydukça, “kötülüğü BİLME” özelliğinden uzak olacaktır. Yasağı bozduğu taktirde, “kötülük BİLGİSİNE” kavuşabilecektir.
Eğer, “Tekvin – Tevrat Tanrısı” ilk insanın vicdan ve beynini, kötülüğün ne olduğu hakkında eğiterek bilgilendirmiş olsaydı; Kötülüğün ne olduğu BİLGİSİNİ veren, “kötülüğü BİLME” ağacını yaratmasına gerek kalmazdı. “Kötülüğü BİLME” ağacının VARLIĞI, ilk insanın Tekvin -Tevrat Tanrısı tarafından kötülük hakkında eğitilmediğinin kanıtıdır! İlk insanın daha önce hiçbir kötülük olayı yaşamamaları ve başkalarında da görmemeleri, eğitim bilgileri olmadığı gibi, deneyim bilgilerinin de olmadığının kanıtıdır! Demek ki, ilk insanın, kötülüğün ne olduğu hakkında ne eğitim bilgileri ne de deneyim bilgileri yoktu.
İlk insan, “kötülüğü BİLME” meyvesini henüz yememiş. Yani, henüz kötülük BİLGİSİNDEN habersiz. Sadece ne anlam taşıdığını bilmediği “kötülük” sözcüğünü işitiyor. Yani, bir şeyin yapılmaması gerektiğini biliyor. Ama yapılmaması gereken şeyi yapınca, sonucun “kötü” olacağını bilmiyor! Çünkü: “Kötülük bilgisi” Ademin içinde değil, dışında bir ağaçta bulunuyor! Biz, bir şeyin “iyi” olduğunu bildiğimiz için yaparız. Bir şeyin de “kötü” olduğunu bildiğimiz için yapmayız. Oysa ilk insan bu bilgiyi bilmiyor! Çünkü bu BİLGİ, henüz “BİLME” ağacında bulunuyor.
C).- Bizim vicdanımızın farkı ise: İlk insan “kötülüğü B İ L M E” meyvesini yedikten SONRA oluşan; kötülük bilgisi ve işleriyle dolu bir dünyada geliştiği için, kötülüğü biliyor. Ama ilk insanın hayatı sıfırdan başladığı için hem deneyimi yok ve bilmiyor; hem de “kötülüğü bilme” meyvesinden henüz yememiş! Tekvin -Tevrat Tanrısı, her nedense, ilk insanı yarattığında, vicdan ve beynine “kötülüğün ne olduğu bilgisini” koymamış! Ama başka bir yerde kötülüğün ne olduğu bilincini veren özellikte bir ağaç yaratmış. Kötülüğün ne olduğunu “BİLMEK”, ancak bu ağacın meyvesini yemeğe bağlı! Çünkü bu ağacın ADI VE ÖZELLİĞİ: “Kötülüğü BİLMEDİR”! Tahrik ve teşvik edici cazibesine rağmen, her nedense bu meyveyi yemelerini de yasaklamış!
2.-) Tekvine -Tevrata göre bu ağacın önemli ÖZELLİĞİ “BİLME” idi! Neyi “BİLME”?
“KÖTÜLÜĞÜ BİLME!” İlk insan, kötülüğün ne olduğu BİLİNCİNE, “kötülüğü BİLME” meyvesini yedikten SONRA sahip olabilirdi! Bu yüzden kolayca anlıyoruz ki; ilk insan yaratıldığında; “kötülüğü bilme” meyvesini yemeden ÖNCE; vicdan veya beyninde; kötülüğün ne olduğu BİLİNCİ yoktu! Ancak “kötülüğü bilme” meyvesini yedikten SONRA kötülüğün ne olduğu vicdan bilincine sahip oldu; Yani, bizler gibi kötülüğü fark ve ayırt edebildi! Siz ya ben, “kötülük” sözcüğünü Çince’de veya Japonca’da ilk işittiğimizde, bizde ne sonuç bırakırsa; İlk insan da Tanrı ağzından ilk kez çıkan” kötülük” sözcüğünden onu anlıyorlardı...
Ne acayiptir ki, Tekvin –Tevrat Tanrısı, “kötülüğü bilme” özelliğini, ilk insanın vicdan ve beynine koyacağı yerde, bir ağaca koymuştur. “Kötülüğü bilme” özelliğine kavuşmasın diye de güya bir yasak koyuyor. Yasak koyuyor ama, bir yandan da, koyduğu yasağı bozmasını, bu meyveden yemesini ve böylece “kötülüğü bilme” özelliğine ulaşılmasını istiyor. Çünkü “ölüm laneti” gibi yaşamsal bir tehlike arz eden meyveyi, hem göz önüne koyuyor; hem de bu meyveye cicili bicili, cilalı, pırıl, pırıl cazip, çekici, tahrik edici ve hoş bir görünüm veriyor.
Yani, “yasağa” rağmen; meyveye verdiği cazip GÖRÜNÜMLE: “Haydi durma koş! Yasağı boz! Güzel meyveyi ye ki, kötülük bilincine ulaşabilesin” demek istiyor! Tüm kapıları ardına dek açarak, kışkırtıcı yılanı içeri salıvermesi de bu görüşü destekliyor!
3.-) Tanrı, ilk insanın vicdan ve beynine kötülüğün ne olduğu bilincini eğer önceden koymuşsa; sonra yine TEKRAR, bu özelliği bir ağaca koyması, DELİ SAÇMALIĞI olurdu! Dolu bir bardağa, dolu iken, tekrar su doldurulur mu? Bilgisayarına tüm bilgileri yükleyen, tekrar aynı bilgileri yükler mi? Bebeğini iyice doyuran, tekrar yedirip kusturur mu?... Yani, Tanrı eğer, ilk insanı yaratırken vicdan ve beynine, kötülüğün ne olduğu bilgisini önceden koymuşsa; bu bilginin üzerine yine, tekrar aynı bilgilendirmeyi bir meyveyle yapacak kadar akılsız mıdır?
4.-) Bu ağacın ADI ve özelliği, “KÖTÜLÜĞÜ BİLME” olmasaydı; yani, insana kötülük BİLİNCİNİ veren ÖZELLİĞİ taşımasaydı; O zaman kolaylıkla ilk insanın kasten, bilinçli olarak itaatsizlik yaptığını düşünebilirdik. Ama böyle yapılmamış. Kötülüğün ne olduğu BİLGİSİ ve özelliği bu ağacın meyvesinde bulunuyormuş! “Tekvin –Tevrat Tanrısı” maalesef böyle planlamış!
A).- “Tekvin - Tevrat Tanrısı,” yoktan yarattığı “kötülüğü bilme ağacını” kuytu bir çalılığın içine, veya uzak bir tepenin arkasına koymamış. Tersine bahçenin tam “ortasına,” yani gözler önüne koymuş! Yaşam tehlikesi olan bir şeyi, çocuklarınıza yasaklarsanız; göz önüne mi, yoksa gizli, uzak yere mi koyarsınız? B).- Ağaç ve meyvesine diken, çalı, ısırgan... gibi ürkütücü görüntü vermemiş. Timsah, yılan, akrep, yılan gibi korkunç yapmamış! Yani, tehlike arz etmiyor! Tersine, kullanıma elverişli; görüntüsü “HOŞ” cicili bicili, cazip ve çekici yapmış!
Yani, ağacın kullanımını yasaklamasına rağmen, yine de, kullanmak için tahrik ve teşvik edici bir görünüm vermiş! Kötülüğün ne olduğundan hiç haberi olmayan zavallı ilk insanın önüne, sanki bir TUZAK koyulmuş!
1.- Kötülük bilgisini yoktan yaratmak. 2.- Kötülüğün ne olduğunu bilmeyen insanın önüne, bu bilgiyi cicili bicili, hoş, çekici, tahrik ve teşvik edici bir görünümle gözler önüne koymak. 3.- “Robot değilsin, özgürsün, seçeneğin var. İstediğini yap. Sana karışmayacağım” diyerek insanı serbest bırakmak! İşte korkunç üçgen inancı ve ürettiği, KAHPE, acımasız ve bozuk dünya!
Bu yüzden dünyamızı birkaç kez mahvedebilecek yığınlarla bombalar var! Tekvindeki Tevrat’taki bu acı ve çelişkili tabloyu, aklı kıt, ilkel insanlar bir “efsane” veya “mitoloji” olarak üretmedilerse; Böyle, akılsız, acı ve trajedilerle dolu bir senaryoyu “Tekvin – Tevrat Tanrısı” mı üretmiştir?
SORU: 3.- Tanrı ilk insanı yarattığında, şimdi bizlerde olduğu gibi, onların vicdanına neden “kötülüğü bilme” bilincini koymadı? Onlar kötülüğün ne olduğunu, neden “kötülüğü BİLME” bilincini veren meyveyi yedikten sonra öğrenebildiler? Onlar, önce “kötülüğün ne olduğunu bilmez” durumda iken; ancak “kötülüğü bilme” bilincini veren meyveyi yedikten sonra, kötülüğü öğrenmelerine rağmen; Tanrı, hangi akıl veya bilgelikle yasak ve ceza koydu? Kötülüğün ne olduğunu bilmeyene, “yasak ve cezanın” anlamı, etkisi olur mu?
SORU: 4.- Biz itaatsizliğin kötü olduğu bilincini; kötülüğü BİLME meyvesini yiyerek bilinçlendikten sonra, Adem’den ve çevremizden alıyoruz. Ama ilk insan yaratıldığında, bizim gibi itaatsizliğin kötü olduğu bilinci, vicdanına konulmadığını gördük! Eğer önceden bu bilince sahip olsaydı, sonradan gözü önüne konulan “kötülüğü BİLME” meyvesinin bir anlamı kalmaz, ancak “deli saçmalığı” olurdu! Kötülüğü zaten BİLENİN önüne, TEKRAR “kötülüğü BİLME meyvesi” koymak, saçmalık olmaz mı?
Şöyle ki onlar, şimdi bizler gibi, yasağı bozmanın ve yapacakları itaatsizliğin kötülük olduğunu bilmiyorlardı. Aslında “kötülük” sözcüğü, onlar için sadece bir sözcükten ibaretti ve kötülüğün ne olduğunu henüz tatmamışlardı.Ancak yasaklanan meyveyi yedikten sonra; yani, “kötülüğü BİLME” bilincini veren meyveyi YİYİNCE; yani yasağı bozduktan ve itaatsizliği yaptıktan sonra; yasağı bozmanın ve itaatsizliğin “kötü” olduğunu anladılar ve “BİLDİLER.”
Yineliyorum! Çünkü bu çok önemli! “Kötülüğü BİLME” duygusu, anlayışı, bilgisi, bilinci, sadece yasaklanan meyvede bulunuyordu. Çünkü, Meyvenin ÖZELLİĞİ Buydu! Şimdi eğer birey, yaptığı şeyin “kötülük” olduğunu veya itaatsizliğin “kötü” bir şey olduğunu BİLMİYORSA, ona yasak koymak anlamsızlık ve akılsızlık; cezalandırmak da haksızlık, adaletsizlik, anlayışsızlık, acımasızlık veya sadistlik olmaz mı? Kaldı ki, Her şeyi ezelden bilen Tanrı, insanın “özgür seçeneğini kötüye kullanacağını; yasaklarını çiğneyeceğini, itaat etmeyeceğini; kurtuluş mesajını ret edeceğini... de önceden biliyordu!
SUÇ KASTİ BİLE OLSA, “ÖLDÜRMEK” KUTSALLIK MI?
“ÖLDÜRMEK” BİR “CEZA” TÜRÜ MÜ?
SORU: 7.- İnsan, eğitilmesi imkansız, doğası değişmez, vahşi, bir yaratık mıdır ki öldürülüyor? İnsan eğitilebilen, değişmesi, yenilenmesi, caydırılması, pişman edilmesi, rehabilitesi... sağlanabilen; tövbe ve özür dileyip affedilmesi, topluma tekrar kazandırılması gereken bir varlık değil midir? Cezanın asıl amacı da bu değil midir? A.) Öldürmek bir ceza değil, ama yok etmek ise niye uygulandı? B.) Cezanın asıl amacı, yukarıdaki güzel özellikler ise, niye uygulanmadı?
SERTLEŞTİRİLMİŞ ÇELİK! KIRILMAYAN RUHSAL MALZEME!
Neden “günaha karşı kesin zafer ve günah işlemeyi tümüyle engelleyen yeni doğuşu veriyor?" (1.Yu. 3:6-9. 5:18.) Neden asla günah işleyemeyen KENDİ “DOĞASINA bu dünyada bile ORTAK” ediyor? (2: Pet. 1:4.) Neden asla günah işleyemeyen Tanrısal doğasına benzetmekte sınır tanımıyor? (Yu. 14:12.) Neden “Kanun ve emirlerine kusursuzca itaat etmeyi sağlamak; ve günahtan tam anlamıyla korumak üzere, insanlara yeni yürek, yeni ruh veriyor ve Kendi Ruhunun tüm zafer güvenceleriyle donatıyor?” (Hez. 36:25-27.)
İsa neden, Tekvin –Tevrat Tanrısı gibi, “ezilmiş kamışı kırmıyor ve tüten fitili söndürmüyor?” (Yeşeya 42:3.) Tersine onları yepyeni “yeni yaratıklar” yapıyor? (2.Kor. 5:17. vb.) İsa Mesih’te olan bu harika olanaklar, “Tekvin –Tevrat tanrısında” bulunmuyor muydu? Veya Tekvin – Tevrat Tanrısı sonradan akıllandı, uygarlaştı, daha sevecen, daha sevgi dolu, daha merhametli, daha adil veya daha dürüst mü oldu? Yoksa buradaki Tanrılar farklı ve karakterleri de farklı mıdır?
“Bu güzel ve çekici ambalajın içinde acaba ne var?” diye, meraklandırıcı; paketi açmaya ve içindekileri kullandırmaya tahrik ve teşvik edici güzellikte ambalaj kullanır mısınız? Yasaklanan şeyi, çekicilik ve cazibeyle gözler önüne koymak, TUZAK olmaz mı? Çünkü yasaklanan “kötülüğü BİLME meyvesi, GÜZEL, yemek için UYGUN, bilgelik kazanmak için ÇEKİCİ ve görüntüsü HOŞ idi,” diye yazılıdır. (Bak. Tek. Yaradılış 3:6-9.)
SORU: 10.- Çocuklarınızı mutlaka aldatacağını, yasağınızı mutlaka bozduracağını; böylece çocuklarınızın hayatını perişan edeceğini; çok önceden iyice bildiğiniz azılı bir düşmanınız, kapınızı çalınca; Kapınızı ardına kadar ona açar mısınız? Önceden bildiğiniz gibi, azılı düşmanınızı içeri aldıktan sonra; çocuklarınızı aldatmaya devam ederken, “Ben nasıl olsa sözlü uyarımı yaptım. Gerisi onlara kalır” diyerek; kılınızı bile kıpırdatmadan müdahale etmeyerek, tüyler ürpertici, olacak trajediyi, rahat, rahat seyreder misiniz?
SORU: 11.- Çocuklar aldatılıp ambalajı açınca, esrar ve eroini kullanmak üzere hareket edince, kılınızı bile kıpırdatmadan “bakalım şimdi ne olacak?” diyerek, hala seyreder misiniz? Çocuklar esrarı ve eroini kullanıp uyuşturucu krizine düşünceye dek, rahatınızı bozmadan seyreder misiniz?
SORU: 12.- Çocuklar uyuşturucu krizinde iken; en harika doktor, ilaç, hastane, ambulanslara sahip olduğunuz halde; bunları acilen, ANINDA kullanmaz mısınız? Yoksa bu perişan durumdaki zavallı çocuklarınıza kızar, öfkelenir, onlara lanetler yağdırır; bu acınacak, zavallı, perişan, durumda onları sokağa atar mısınız? Bir süre sonra da bu perişan çocukların öldürülmeleri için, celladınıza emir verir misiniz?
SORU: 13.- Böyle bir uygulamayı sevgi, sevecenlik, merhamet, anlayış, adalet, hak, dürüstlük, kutsallık... doruğundaki bir “Tanrı” yapar mı? Yoksa, akıl yoksunu, cinnet geçiren, çıldırmış, sadist, zebani, vahşi bir yaratık mı yapar?
Ayrıca, denenmede başarısızlığa düştüğünü, günah işlediğini gören insan, hayal kırıklığına itilmiyor mu? Zavallı insan: “Yaratıcım beni neden bu denli zayıf ve kırılgan malzemeyle yaratmış?” diyerek: “Ah!” etmez ve içini çekmez mi? İnsanın denenmedeki başarısızlığını gören iyi yürekli melekler veya insanlar da: “Yaratıcı insanı bu denli zayıf yarattığı halde; denenmede mutlaka yenileceğini de bile, bile niçin yine de deniyor?” diye acınmazlar mı?
Şu halde, bu koşullar altında denemenin ve denenmenin amacı ne? Anlamı ne? Yararı ne? Sadece bir amaç akla geliyor: “Ben seni kırılmaya mahkum, cam veya porselen bir bardak gibi kırılabilen malzeme ile yaptım. Bu bardağın kazaya uğraması veya düşebilmesi için denenme imkanı da hazırladım. Böylece yere düşünce kırılacaksın. Eğer onarılmayı kabul etmezsen, seni çöpe atacağım. Ama eğer onarılmayı kabul edersen, sonra seni çok güzel biçimde onaracağım ve böylece gücümü ve sevgimi göstereceğim...” amacı akla geliyor.
Oysa böyle bir amaç bardağa değil de insana uygulanınca; Bilgelik, anlayış, merhamet ve sevgiden uzak, ilkel, cahil bir amaç olmuyor mu? Anlayışlı, merhametli, bilge ve sevgi dolu bir Tanrı; eğer sevgisini, gücünü ve bilgeliğini göstermek istiyorsa; insanı “kırılabilen malzemeyle” asla yapmaz. Ama en güçlü darbe veya travmalara bile dayanabilen; “sertleştirilmiş çelikten”; Yani yukarıda verdiğim İncil ayetlerine göre: “günaha karşı koyan ve harika zaferler kazanan” yani, “kırılması mümkün olmayan” malzeme kullanmaz mı?
TANRI YARDIMI İLE “DENENME”: “KIRILMAZ MALZEME!
Örneğin: Öğretmen, başarısız talebesini sınava çekiyor. Sınavın tüm sorularını öğrenci yerine, öğretmeni yanıtlayarak talebesine başarı sağlıyor. Böyle bir sınav, akılsız, anlamsız, boş bir şey, delilik olmaz mı? Öğretmen, öğrencisinin sorularını kendisi yanıtlayacaksa, sınava çekmenin anlamı ne? Buna “sınav” mı denir? Böyle bir sınav, akılsızlık, delilik değil midir? Öğretmene: “Sınav sorularını sen verecek idiysen, talebeni niye sınava çektin ki? Senin aklından zorun mu var?” demezler mi? Tanrı yardım etse veya etmese de; denemenin veya denenmenin, elle tutulur akıllı bir yanı olmadığını görüyor musunuz?
Ayrıca, denenmede Tanrı yardımı olmadan, kendi gücüyle muzaffer olan kimse yoktur! Günah işlememiş bir kişi olmadığını söyleyen ayetleri hatırlayın! “Övünen Rab ile övünsün” diyen ayetleri hatırlayın! Eğer kendimizle değil de “Rab ile övüneceksek” denenmede zafer kazanmanın tek yolunun Rab yardımı olduğunu görmek zorunda değil miyiz?
İlk insanın yaratılışından itibaren yaşadığı o acı tablo; Tarih boyu yaşadığımız trajediler,... “özgürlük ve seçeneğin” o güzel ürünleri (!?) değil mi? “Özgürlük ve seçeneğini” kim salt iyilik için kullanabilmiştir? “Özgürlük ve seçeneğiyle” kötülükten arı ve uzak bir kişi olabilmiş midir? İSA’DAN BAŞKA? “Özgürlük ve seçenekle” sonsuz yaşam kazanılabilir mi? Eğer öyle olsaydı İsa’nın gelmesine gerek kalır mıydı?
“Özgürlük ve seçeneği” insanın doğru kullanamayacağını; ama sürekli kötüye kullanacağını; böylece “kötülük robotu” ve “günah kölesi” durumuna geleceğini, Tanrı önceden, başlangıçtan beri bilmiyor muydu? Hangisi daha güzel ve bilgece? “Özgürlük ve seçeneğiyle” insanın şimdiki “kötülük robotu ve günah kölesi” haline gelmesi mi? Yoksa “özgürlük ve seçeneği” olmadan, yani, kötülük yapabilme imkanı olmadan, “iyilik robotu” olması mı?
Günah veya kötülük işleyebilme için insana verilen fırsat, imkan veya serbestlik “özgürlük ve seçenek hakkı” mıdır? İlk insan günah veya kötülük işlerken, Tanrı tarafından engellenmeyişi, serbest bırakılması, fırsat veya imkan verilmesi; ona “özgürlük” mü vermiştir? Yoksa bela, yıkım, felaket, lanet, dert, ölüm mü vermiştir? Böyle bir “özgürlük ve seçenek” yozlaşmış, anlamını yitirmiş, sahte bir özgürlük, sahte bir seçme hakkı değil midir?
Sözde “özgürlük ve seçenek hakkı” paravanının arkasına saklanmak; tüm kötülüklere, trajedilere, acılara, ölümlere yol açmamış mı? Günah işlemeye verilen imkan, fırsat veya serbesti; “Özgürlük” yerine; tam tersine insanı “kötülük robotu” yapmamış mı? İnsanın sözde “özgürlük ve seçenek hakkı” olmasaydı; yani insan kötülük yapamayan “İYİLİK ROBOTU” olsaydı; şimdiki gibi, “KÖTÜLÜK ROBOTU” olmasından daha mı kötü olurdu?
Şu halde, Tevrat’ta çizilen yanılgıları veya acı tabloları; Dünyada şimdiye dek yaşanan tüm trajedileri veya acıları; güya çözümlemek için: 1).“Özgürlük.” 2). “Seçenek hakkı.” 3). “Robot olma” gibi bu üçgen inanç paravanın veya palavrasının arkasına saklananlar, sorunu çözümleyebiliyorlar mı? Yüreği, aklı ve ruhu ikna edebiliyorlar mı? Yanıtları doğru mu? Vicdanları rahat mı?
SORU: 17.- Sözde “özgürlük ve seçenek hakkının” doğru kullanılmayacağını, tüm kötülük ve acılara yol açacağını, Tanrı önceden bilmiyor muydu? Tarih boyunca, (Tanrı yardım etmeden ve İsa Mesih dışında) “özgürlük ve seçeneğini” kim sürekli iyilik için kullanabilmiş, günah işlemekten tümüyle arı ve uzak olabilmiştir? “Seçeneği veya özgürlüğüyle” günah işlememiş,Tanrıyı hoşnut edebilmiş, sonsuz yaşama kavuşmuş bir kişi olabilmiş mi? Öyle olabilseydi İsa’nın gelmesine gerek kalır mıydı?
“BİR KİŞİ BİLE YOK!...” HERKES KÖTÜLÜK ROBOTU OLMUŞ!
SORU: 18.- Tarih boyunca ve İNCİL’E göre, “özgürlük veya seçenek hakkını” kullanarak, günahtan uzak veya arı bir kişi olabilmiş midir? (İsa’dan başka?) Kutsal Kitap : “HAYIR!” diyor! Lütfen şu ayetlere bir bakın! (Rom. 5:12. 3:10-18. 1. Yu. 1:8-10. Vaiz 7:20. Yeremya 13:23-24.)vb
.
SORU: 19.- İnsan, “özgürlüğü ve seçeneğiyle” tarih boyu günah köleliğini veya kötülük robotluğunu seçmişse; “seçeneği ve özgürlüğü olmasaydı, insan bir robot olurdu” inancının asılsızlığını, anlamsızlığını ve akılsızlığını görebiliyor musunuz? İnsan, bu sahte özgürlüğe veya seçeneğe sahip olmayarak; Kötülük yapamaz durumda, “iyilik robotu” olsaydı; şimdiki gibi “kötülük robotu” olmasından daha mı kötü olurdu? Yoksa daha mı iyi olurdu?
“SEÇENEK HAKKI” FİYASKOSU!
İnsan dünyaya geleceği zaman, “Bak, şöyle ... bir dünya var. Oraya gitmek ister misin?” diye kime soruluyor ve seçeneği alınıyor? Ülkesini, ailesini, kültürünü, geleneklerini, ismini, rengini, dilini, dinini, mezhebini... seçmesi için başlangıçtan kime “seçme hakkı” veriliyor? İnsan doğduktan sonra, ister istemez, kaderi olarak, bunlara alıştırılmıyor ve benimsetilmiyor mu?
“AĞLAMA ÇIĞLIKLARI” İLK PROTESTO!
Bu KAHPE ve yamuk dünyaya gelen hangi bebek “kahkahalar atarak, gülümseyerek, güler yüzle, sevinçli, memnun olarak” doğmuştur? Dünyaya gelen her bebek, “emri vaki” ye ve “kaderine baş eğerek” gelmesini protesto etmiyor mu? Yaşamın ilk protestosu, bebeklerin ağlama çığlıkları değil midir?
Şöyle ki, insana daha ilk başlangıcından “seçme hakkı” verilmiyor ve her şey “oldu bitti” ye, “emri vaki” ye, “kadere” bağlanıyorsa; İnsan bu tehlike ve risklerle dolu KAHPE dünyaya geldikten sonra, ona verilen güya “özgürlük ve seçme hakkı”; günahlılıktan, dertlerden, trajedilerden, acılardan, haksızlıklardan, kötülüklerden... başka neye yarıyor ki? “Doğmak, ölmek ve yargı kaderimiz” olduğu gibi: (İbr.9:27.) Günahlı olmak da maalesef kaderimiz olmuyor mu?
“TANRI BENZEYİŞİNDE YARATILAN İNSAN” NEREDE?
SORU: 20.- Tanrı, “kötülüğün ne olduğunu bilir ama kötülük yapamaz” olmasıyla, “özgürlük ve seçeneği olmayan iyilik ROBOTU mudur? “Tanrı benzeyişinde” yaratılan insan da, kötülüğün ne olduğunu bilir ama kötülük YAPAMAZ durumda yaratılsaydı; İncil’deki, günaha karşı kesin zafer yaşamı ayetleri gibi; başlangıçtan itibaren böyle tasarlansa ve böyle yaşasaydı, “robot” mu olacaktı? Ezelden sonsuza dek böyle yaşayan Tanrı robot mudur? İnsanın, günah işleyemeyen “Tanrı benzeyişinde” yaratılması nerede kalıyor?
DENENMEDE: ACI ÇEKME, İMAN GÜVEN İTAAT FİYASKOSU!
SORU: 21.- Siz çocuğunuzu eğitmek, size olan güven ve itaatini artırmak için döve, döve her tarafını çürütür, mosmor eder, yara bere içinde bırakır mısınız? Sonra da en iyi ilaçlarla tedavi ederken: “Aferin sana çocuğum, seni döverken, acı çektirirken sesini bile çıkarmadın; sınavını iyi verdin; Bana olan güvenini ve itaatini kanıtladın; Ben, senin imanını, güvenini ve itaatini bu denememle artırdım!” der misiniz? Bu tür uygulama barbarlık, ilkellik, cahillik, çılgınlık, anlayışsızlık, acımasızlık, vahşilik, sadistlik veya zebanilik değil mi?
SORU: 22.- Yoksa çocuğunuzun güven ve itaatini artırmak için; anlayacağı en iyi lisan, en tatlı sözler, en bilge ve ikna edici eğitim, en güzel armağanları mı kullanırsınız? Size olan sevgisini, güvenini ve itaatini; onu sevindirerek, hoşnut ederek, bilgeliğiniz ve sevecenliğinizle mi kazanmaya çalışırsınız?
SORU: 23.- Bu ne biçim bir Tanrıdır ki, “İbrahim ve Eyub gibi insanların imanını ve itaatini DENEMEK, büyütmek” veya başkalarına güya “örnek göstermek için,” onlara en büyük acıyı veriyor? Korkunç, ağır hastalıklarla deniyor! Yani, döve, döve mosmor etmekten, her taraflarını yara bere içinde bırakmaktan daha beter ediyor?
Yani, “biricik oğlunu kurban etmek” gibi baba yüreğine en ağır ve en büyük acıyı vererek onu deniyor? Denenmesinde, İbrahim’de olduğu gibi; ister Tanrı yardım ederek başarı versin; veya Ademde olduğu gibi, isterse de yardım etmeyerek onları tek başına bıraksın ve yenik düşürsün; her iki durumda da, Tanrı onların nasıl davranacaklarını önceden bile, bile, yine de niye deniyor? İnsanları niye böyle acınacak perişan hale getiriyor?
SORU: 24.- Bu ne biçim bir Tanrı ki, ilk insanla beraber tüm insanları, yenik düşmez Tanrısal güçlere sahip olduğu halde, bu güçleriyle donatmıyor? Ama yukarıda açıklanan zavallı, zayıf, perişan ve düşük durumda bırakıyor? Tüm denemelerinde, insanın nasıl davranacağını, sonucun nereye varacağını önceden bilemediği için mi onları deniyor? İnsan gibi, sonucu sonra mı görüyor, öğreniyor ve anlıyor? Sonra da yaptığı yanlışlara bin “pişman” mı oluyor? (Tek.Yar.6:7. 22:1. 1. Sam.15:11,29.) vb. (Yakup 1:13. Mez. 139:4. Yu. 21:17.) vb.
Siz bir eşyayı cam, porselen gibi kırılacak malzemeyle yaptığınızı bile bile; “yere düşse acaba kırılır mı? Yoksa kırılmaz mı?” diye DENER misiniz? Bunu bilmek için “uzman” mı olmak gerekli? Böyle bir deneme “çocuk işi” olmaz mı? Ama eğer yaptığınız eşyayla övünmek istiyorsanız, veya KIRILMAZ bir yapıya sahip olduğunu başkalarına “örnek” göstermek istiyorsanız, bunu sertleştirilmiş çelikten, en iyi malzemeyle yapmaz mısınız?
NEDEN ADALET SKANDALI VAR?
SORU: 25.- Sınıftaki bir öğrencinin suçu yüzünden, tüm öğrencileri de birlikte cezalandıran bir öğretmene, kim görev verir? Bunun gibi de “bir adamın günahı ve cezası” nasıl “tüm insanlara” uygulanabilir? (Rom. 5:12,19) “Günah işleyen babaların cezası, dördüncü kuşağa kadar” nasıl aranabilir? (Çıkış. 20:5)
“Anam bana günah içinde hamile kaldı ve ben günah içinde doğdum” (Mez 51:5) gibi ayetleri “Artık babalar koruk yedi de oğulların dişleri kamaştı denilmeyecek. Koruk yiyenin kendi dişleri kamaşacak” (Hez. 18:1-2. Yer.31:29) ayetleriyle karşılaştırırsak; hangisini adil, kutsal ve hak bulacağız?
MASUM BEBEKLER DE NİYE ÖLÜMLÜ?
Günahlı ve ölümlü olmak, doğuştan itibaren neden kaderimiz olmalı? Ölüm, eğer günahın cezasıysa; (Rom. 5:12. İbr. 9;27.) günahtan hiçbir payı, ilgisi, haberi olmayan masum bebek ve çocuklar neden ölmeli? “Tanrı benzeyişinde” görkemli bir onurla yaratılan insana; Bu çelişkiler ve haksızlıklar neden?
TUTARSIZ, ANLAMSIZ VE BOŞ “LANETLER!”
“Alnının teriyle ekmek yiyeceksin” laneti: (Tek. Yar. 3:17-18.) maalesef sadece tarımla uğraşan zavallı çiftçi ve hamal gibi olanlar için mi geçerli? Bir telefonla oturduğu yerden milyarlar kazananların laneti nerede? “Bütün günlerinde toprak yiyeceksin” (Tek. Yar.3:13-14.) Yılan bir etoburdur. Cinsini, fareleri,... yutabildiği her canlı hayvanı yiyor! Yılanın “toprakla beslenmesi laneti” nerede?
“Hayvanlar, insanın günahı yüzünden vahşi ve yırtıcı oldular” iddiası. Diğerleri gibi, kıt düşünceli uydurma bir paravan değil mi? Çünkü, 1).- Daha insanı yaratmadan çok önce, “Tevrat Tanrısı” “deniz ve orman CANAVARLARI” yaratmış! Tek. Yar. 1:21. Eyup 41:1-32. 2).- İnsan daha günaha düşmeden, Tevrat Tanrısı, yine boy, boy, cins, cins, hilekar yabanıl hayvanlar yaratmış. Bu hilekar kır hayvanlarının “EN HİLEKARI” olarak da yılanı yaratmamış mı? (Tek. Yar. 3:1.)
Sorularımın uzunluğu için özür dilerim. Ama bunlara yanıt bulamamanın çözümsüzlüğü içinde kıvranıyorum! Üstelik Tanrı Kitabında yüce Tanrıya bu denli hakaretler yapılması ve bu hakaretlerin çözüme kavuşmamış şekli; sanki bir “mitoloji veya efsane” imiş gibi vicdanımı sızlatıyor, üzüntü veriyor!
Size önceden benimsetilen, sevdirilen: “mutlak yanılgısız, kutsal, doğrular” olarak empoze edilenlerden etkilenmeyerek; Tarafsızlık ilkesine ve objektif görüşe yer vererek, sorularımı yanıtlayacağınızı ummaktayım. Yazılarımı veya sorularımı savsaklamayacağınızı umut ediyorum. Sorularınızı, öneri ve görüşlerinizi gercekciisevilik@gmail.com adresine mail olarak gönderebilirsiniz. Tanrı’nın her insana ve özellikle size armağan ettiği, akıl, fikir, mantık, derin düşünme, zeka, bilgelik, sağ duyu... gibi güzel yeteneklerinizin körleştirilmemiş olduğunu; ve bu yeteneklerinize yer vererek yanıtlayacağınızı umut ediyorum. Sevgi ve Saygılarımla!
1 yorum:
Kutsal metinlerde Murdar ve diğerleri...
http://birgo.mynet.com/ahmetdursun374/index/page,3
-----------
Yorum Gönder