MİTOLOJİK BİR ZAMANLAMA HATASI:“K I L I Ç” !

1 Şubat 2010 Pazartesi

5.BÖLÜM
MİTOLOJİK BİR ZAMANLAMA HATASI: “K I L I Ç” !
İlk insan geri dönmesin, tekrar Cennet bahçesine giremesin diye; kapılara baş meleklerin bekçi olarak konulduğunu ve onları içeri sokmadıklarını yazmıştım. Burada da, gözden kaçırılmaması gereken, çok ilginç bir zamanlama hatası var! Bu da: Meleklerin ellerinde bulunan “alevli KILIÇLARI!” (Bak Yar. 3:24) Zavallı ilk insanın Aden bahçesinden içeri girmesini engellemek için sanki dev gibi baş meleklerin varlığı yeterli olmuyor! Meleklerin onlara: “içeri girmeniz yasaklandı, giremezsiniz” demeleri; veya hiç söz söylemeseler bile, ellerini “yasak, dur, giremezsiniz” anlamında kaldırmaları da yetmiyor!
Süper akıllı, sivri zekalı (!?) Tevrat yazarının aklı, ilk insanın içeri girmesini engelleyebilmeye yeterli olacak başka bir şey bulmuş! O da, eski savaş aletleri olan “KILIÇLAR!” Şimdi düşünebiliyor musunuz? Dünyada henüz sadece iki insan var. Topluluklar, aşiretler, kabileler, uluslar... yok. Kavgalar, çekişmeler, sürtüşmeler yok. Savaş hiç olmamış. İlk insanın savaştan ve savaş aletlerinden hiç birinden haberi ve d bilgisi de yok!
Adem’den “Kılıcın” icadı dönemine dek, tam beş devir geçmesi gerek! Önce vahşi hayvanlardan sopalarla korundular. Sonra “taş devri” geldi. Arkasından “yontma taş devri,” sonra “cilalı taş devri,” arkasından “bronz taş devri,” daha sonra da maden bulunarak maden devri gelmiştir. İşte kılıçlar da bu “maden” devrinde ilk olarak icat edilmiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, Tevrat’taki bu mitolojik masalı yazan ilkel yazar, Tevrat’ın Yaratılış bölümünü yazarken, bir ara şaşırdı ve zamanlamayı unutuverdi! Yazarın kendisi kılıcın kullanıldığı “maden” devrinde yaşıyordu. Savaşçıların ve bekçilerin ellerinde, engellemek için kılıcın iyi iş gördüğünü biliyordu. Şimdi bu masalını yazarken; Cennet bahçesini korumakla yükümlü meleklerin ellerine birer “kılıç” vermek, yazara daha akıllıca ve DAHİCE geldi. Böylece meleklerin, görevlerini daha iyi yapacaklarını, ilk insanın daha çok korkacağını zannetti.
Bu düşünce, yazara o denli anlamlı ve güzel geldi ki, birden kendi dönemini, beş dönem geriye, ta ilk insanın dönemine taşıdığını unuttu... Baş meleklerin her birinin eline kendi yaşadığı döneminin “kılıçlarını” vermeyi de ihmal etmedi...
Bana söyle misiniz? Adem ve Havva ne anlardı kılıçtan? Adını, şeklini, kullanılma amacını, neye yaradığını bile bilmezlerdi! “Kerubi” denen Baş Meleklerin ise, “kılıçlara” ne gerekleri vardı ne de ihtiyaçları... Ama olan oldu bir kere! Zamanlama hatası yapıldı! Ama İYİ Kİ DE ZAMANLAMA HATASI OLDU! Çünkü, başlarını kuma gömmek istemeyenler için, “dötra kanonik” veya “Apokrif” denilen kitaplardaki gibi; Tevrat’ta da bu zamanlama hatası olmasaydı; Tevrat’ın uydurma, mitolojik, efsaneleri nasıl anlaşılacak, GERÇEK ESİN OLMADIĞI nasıl belli olacaktı?
Kutsal Kitaptaki bu açık zamanlama hatası da, diğer hataları gibi zaman sürecinde “sineye çekildi!” Yani ne yapıp edip, bu fahiş zamanlama hatasını da “kutsallaştırdılar!” “Gerçek Tanrısal esin” temelinin üzerine oturtarak “dokunulmazlık” kazandırdılar. Yüzyıllarca da başlarını kuma gömerek, bu hatanın üzerine sünger çektiler, es geçtiler...
Bu hatayı gören bazıları da, düzeltmek için çocukça, adi ve saçma yorumlar yaptılar: “Bu sözler, yani meleklerin ellerinde taşıdıkları kılıç, Adem ve Havva okusunlar diye yazılmadı. Biz okuyup da anlayalım diye yazıldı...” dediler. Yani, bu olayı okurken, eğer bizler meleklerin ellerinde kılıç olduğunu okumasaymışız, Adem ve Havva meleklerden korkmayacaklar, meleklerle boğuşacaklar, hatta melekleri etkisiz edip, tekrar bahçeye girebileceklerini... (!?) bile düşünebilecekmişiz! Ama meleklerin ellerinde “kılıçları” olduğunu okuduğumuz için; Adem ve Havva’nın “kılıçlardan korkarak” meleklerle boğuşmayı göze alamadıklarını anlamalıymışız! Bakın! Gördünüz mü? Çözüm işte geldi! Zamanlama hatası bunun neresinde? Yorum ne denli güzel, mantıklı, isabetli, doyurucu ve de ikna edici değil mi? (!!! ???)
DENEYEREK ÖĞRENEN,
BİLGİ KAZANAN BİR “TANRI!”

Elçi Yakup 1:13 ayetinde, Tanrısal bir özelliği şaşmaz bir gerçeklikle açıklarken: “Tanrı kimseyi (hiçbir şeyi) DENEMEZ, TECRÜBE ETMEZ, SINAMAZ, İMTİHAN ETMEZ” der. Bu gibi ayetler Kutsal Kitabın deforme edilmemiş orijinal pek çok ayetlerinde bulunur. Aynı amanda Kutsal Kitap yine deforme edilmemiş halis, orijinal ayetlerinde diğer bir Tanrısal özellik olarak, pek çok ayetlerle: “ezelden ebediyete dek ne olacağını ve HER ŞEYİ çok iyi BİLDİĞİNİ” yazar. İsteyene teolojik bu gibi ayetleri gönderebiliriz. Ancak yerimiz daralmasın diye bu tür ayetleri koymadık.
Bununla beraber, ne yazık ki, yine aynı Kutsal Kitabın, zaman sürecinde, iyi korunmamış metinlerinde, yani deforme edilmiş kısımlarında, Tanrının ”DENEDİĞİNİ, DENEYEREK ÖĞRENİM KAZANDIĞINI, DENEYEREK BİLGİ KAZANDIĞINI, BİLMEDİĞİ BAZI ŞEYLER OLDUĞUNU...” yazan sözde ayetler de yer almaktadır. İşte bu çelişkiye bir çözüm kazandırmak amacıyla da bu yazıları hazırladık.
Bir santimetre ebadında ağaç bir çıtayla iskele kurup da “bu iskelenin üstüne çıksam acaba beni taşır mı?” diye deneme yapan hiçbir inşaat ustası yoktur. Bunu ancak henüz aklı ermeyen çocuk veya bir “zır deli” yapar. Usta kişi, deneyimleriyle iskelede, kendisini neyin taşıyıp taşıyamayacağını önceden iyi bilir. Bu örneği, Tanrısal özelliklerden birini yani, Tanrının denemeye, öğrenmeğe asla ihtiyacı olmadığını, her şeyi ezelden ebede çok iyi bildiğini... hatırlatmak için verdim.
Gerçek teolojide, Tanrısal özelliklerden biri de “Tanrı’nın asla denemesine, sınamamasına, imtihan ve tecrübe” etmesine gerek yoktur. Deneyerek, sınayarak, imtihan ve tecrübe ederek öğrenen, bilgi kazanan bir varlık asla Tanrı olamaz! O her şeyi önceden layıkıyla bilmektedir. Her şeyi yoktan O var etmiştir. Kullandığı malzemelerin özünü, tüm ayrıntılarını bilir!
TEVRAT TANRISI” DENİYOR, ÖĞRENİYOR,
BİLGİ, DENEYİM KAZANIYOR!
Ancak, ne yazık ki, Tevrat tanrısı olacak şeyleri önceden bilemiyor! Deniyor, sınıyor, öğreniyor, deneme yapıyor; deneme aracılığıyla öğreniyor, bilgi ve deneyim kazanıyor! Nasıl mı? İşte örnek kanıtları: İlk insandan başlayalım. Tevrat Tanrısı, “iyilik ve kötülüğü bilme” ağacını niye yoktan yarattı? (Bak 2:9.) Yarattıktan sonra da bu meyveyi yemeyi niye yasakladı? (Bak. 2:17.) Bu meyveyi yemeği yasaklayacak idiyse, niye tahrik edici, çekiciliklerle, cazibelerle güzelce süsledi? (Bak. 3:6.) Din adamları bu sorulara genellikle şöyle yanıt veriyorlar:

1.- “Çünkü Tanrı bu meyveyi yaratmak ve yasaklamakla, ilk insanı imtihan ediyordu. Onları sınıyor, deniyor, tecrübe, ediyordu! Çünkü onların itaatlerini görmek, bağlılık ve sadakatlerini bilmek istiyordu. Bu yüzden de onların itaatlerini ve bağlılıklarını denemeliydi. Yasak meyve ve ayartıcı Şeytan aracılığıyla onları denemeye, sınamaya, sınava, imtihana, tecrübeye tabi tuttu. Ama onlar denendiklerinde maalesef itaatsiz oldular. Günah işlediler...”
SEÇENEK VE ÖZGÜR İRADE” MASALI!
2.- “Ayrıca Tanrı onlara seçenek ve özgür irade vermişti. Kötülüğü seçmek olanakları olmasaydı, özgür olmazlar ama robot olurlardı. Robot gibi itaat değil, ama kendi arzularıyla tabi olmalıydılar. Maalesef, ilk insan özgür iradeleriyle kötülüğü ve itaatsizliği seçerek günah işlediler. Tanrı onları önceden uyarmıştı. Bu yüzden Tanrı sorumlu değildir. Kötüyü seçtiği için insan sorumludur... Tanrı insana özgür irade ve seçenek vererek yine insanı denemeye tabi tutuyor. “Bakalım bana itaat edecekler mi yoksa etmeyecekler mi? diye bilmek için, özgür irade ve seçenekleri yoluyla Tanrı insanı deniyor...” Şimdi bu yorumların iki yönünü de doğru Teolojinin ve Orijinal Tanrısal Özelliklerin ışığı altında analiz / “temyiz” edelim.
YORUMUN BİRİNCİ YÖNÜ:
DENEYEREK ÖĞRENEN VE BİLGİ KAZANAN
“BİR TANRI” KAVRAMI !
1.- Böyle bir iddia veya inançla, yani deneyerek anlayan, öğrenen, bilgi ve deneyim kazanan, aciz insana benzer bir “tanrı kavramı” üretilmektedir. Ruhsal varlıklar, melekler birbirlerini ve bizleri deneyebilirler. İnsan bir başkasını, hatta kendini deneyebilir. Çünkü ruhsal varlıkların, meleklerin ve insanların doğası, deneyerek öğrenmek üzere tasarlanmıştır.

Ama Tanrı, “deneyerek öğrenmek üzere yaratılmış” bir varlık değildir. O her şeyi yoktan yaratan Tanrıdır. Hiçbir şeyi denemeğe de gereği yoktur. Çünkü her şeyi çok öncesinden layıkıyla, ayrıntısıyla bilmektedir. “Tanrı” denilen varlık, 100 gerçeğin 99 unu bilse, 1 ini bilmezse; Tanrısal Özelliklere ve doğru Teolojiye göre “Tanrı” olamaz!
İnsanı olduğu gibi kim var etti? İnsanın ruhunu, beynini, kimliğini, yüreğini, vicdanını, gönlünü, niyetlerini, arzularını, iradesini, meyillerini, kararlarını, eğilimlerini... vesaire kim verdi? Kim yarattı? İnsana tüm bu özellikleri veren, bu özelliklerin işlevlerinin ne olacağını, ne yapacağını çok öncesinden, çok iyi bilmez mi? Eğer bilirse, denemesine ne gerek kalır? “Tanrı’nın denemesi,” demek, yukarıdaki “çıta ve iskele” örneğinde gördüğümüz gibi; yüce Tanrıyı “kuş beyinli” “çocuk kafalı” veya “zır deli” yaparak korkunç şekilde aşağılamaktadır!
Şöyle ki “bilgi ve denemek” birbirlerine karşıt olan iki ayrı kavramlardır. Bir şey biliniyorsa asla denenmez. Denemek sadece bilmeyenler ve bilinmeyenler içindir! Denemek, gerçek Teolojiyi ve gerçek Tanrı Özelliklerini bilmeyen, anlayamayan, cahil insanların uydurduğu uyduruk tanrılar için geçerlidir: Orijinal Tanrı için değil!
Yüreğimizi, ruhumuzu ve beynimizi açık bir kitap gibi okuyan; dilimizde henüz bir söz yokken onu bilen bir Tanrı, insanı nasıl “deneyebilir? “Dilimde bir söz yokken, işte Ya Rab, Sen onu tamamen bilirsin.” (Bak. Mez. 139:4.) Bu ayette, Tanrı’nın gerçek bir özelliklerinden biri olan “her şeyi her an bildiği” anlatılmaktadır.
Oysa garip çelişkiye bakın ki, Mez. 139: 4 ayette, daha oluşmamış şeyleri öncesinden bilen gerçek Tanrı özelliğinin vurgulanmasına rağmen; aynı Mezmur’un 139:1. ayeti şaşırtan bir çelişki yaratıyor: “Ya Rab, beni DENEDİN VE BİLDİN” diyor. Yine aynı Mezmur’un 23. ayetinde: “Ey Allah, beni DENE ve yüreğimi BİL; Beni İMTİHAN ET ve düşüncelerimi BİL” yazılıdır. Sanki deneyerek, imtihan ederek bilen, öğrenen bir “allah” varmış! Akıl almaz bir çelişki ve karmaşa! Bu akıl almaz çelişkiler, Tevrat’ın içinde yer, yer maalesef serpiştirilmiştir! Bu çelişkiler, zaman sürecinde oluşturulan deformasyonlardır.
Tevrat tanrısının “denemsine, bilmesine ve öğrenmesine” tekrar bakın: Yar. 22:1 ayetinde, Oğlu İshak konusunda, yine: “Allah İbrahim’i DENEDİ” diye yazılmıştır. Bu “Deneme” sayesinde de, Tevrat tanrısı yine “Bilme, Öğrenme, anlama” kazanmıştır! İşte, deneyerek bilgi kazanan “Tevrat tanrısının” itirafı: “...çünkü ŞİMDİ BİLDİM ki... biricik oğlunu benden esirgemedin.” (Bak. Yar. 22:12.) “Şimdi bildim” demesine göre, demek ki daha önce bilmiyordu. Tevrat tanrısının, tıpkı aciz bir insan gibi her şeyi “deneyerek, olaylara bakarak öğrendiği” açıkça ortada!
Zavallı Tevrat tanrısı, Hz. İbrahim’in kendi oğlu İshak hakkında ne karar vereceğini, nasıl adım atacağını, eğilimlerini, irade ve meyillerini maalesef önceden BİLEMİYOR! Bu yüzden de bir tarafta, İbrahim için İshak’ı öldürmek; diğer tarafta İshak için öldürülmek gibi yürek parçalayan acı bir DENEME operasyonu yapıyor! Tevrat tanrısı bu acı ve trajik deneme operasyonunu yapmadan İbrahim’in ne yapacağını, nasıl davranacağını önceden maalesef BİLEMİYOR!
Kutsal Kitabın şu bölümlerinde, Tevrat tanrısının daha birçok denemeler yaptığı yazılıdır: Örneğin: ( Tesniye 8:16. Eyub 7:18. 23:10. Mez. 17:3. 26:2. 66:10. 139:23. Vaiz 3:18. Yer. 20:12 Vesaire.
TIMARHANELİK, HAPİSHANELİK BİR OLAY!

Kaldı ki, ilkelliğin, cahilliğin azaldığı ve uygarlığın geliştiği bu çağda, eğer bir baba: “Tanrı bana oğlunun boğazını kes ve onu yakarak kurban et dedi. Ben de oğlumu keserek yakılan kurban edeceğim...” gibi sözler söylese ve hazırlıklar yapsa; derhal tutuklanır. Kamu davası açılır. Eğer ciddiyse, böyle cani bir “baba” (?!) ya akıl hastanesini, tımarhaneyi; ya da hapishaneyi boylar!

TEVRAT’TAKİ TRAJİK, VAHŞET OLAYLARI!
“BÖYLE BİR ŞEY AKLIMDAN GEÇMEDİ!”

Yeremya peygamberin Tanrısı: “Aklımdan geçmedi” diyor. Bu sözü hangi anlamda diyor biliyor musunuz? Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı “ateşte yakılan kurban” etmesi gibi, aynı benzerlik taşıyan, aşağıya aktardığımız şu putperestlik olayında!

“Yahuda oğulları gözümde kötü ve mekruh şeylerini yaptılar... Oğullarını ve kızlarını ATEŞTE YAKMAK (kurban etmek) İÇİN Hinnom oğlu deresindeki Tofette yüksek yerlerini yaptılar. Bunu Ben EMRETMEDİM! AKLIMDAN DA GEÇMEDİ!” (Bak. Yeremya 7:30-31.)

İsrail’den bir kesim olan “Yahuda oğulları” yukarıdaki ayette gördüğünüz gibi; ve tıpkı Hz. İbrahim’in oğlu İshak’a yapacağı gibi; “oğullarını ve kızlarını ATEŞTE YAKILAN KURBAN olarak putlara sunuyorlarmış! Tanrı, Yeremya peygamberine: 1.- Bu “kötü ve mekruh bir şeydir,” diyor. Arkasından: 2.-“Bunu Ben emretmedim” diyor. Sonra da: 3.- “Aklımdan da geçmedi” diyor.

Burada korkunç bir çelişki daha var. Tanrı, Hz. İbrahim’e: “Oğlun İshakı bana yakılan kurban et” diyor. (Bak. Yar. 22:1.) Ama Tanrı, Peygamber Yeremya’ya: Böyle şeyin “kötü, mekruh” olduğunu; “Emretmediğini” hatta “aklından da geçmediğini” söylüyor! Acaba “ateşte yakılarak putlara kurban olarak sunulan oğullar ve kızlar” “Tofet’te” putlara sunulduğu zaman: “kötü ve mekruh” olurken; “Moriya dağında” Tanrıya sunulduğu zaman, yasal, doğru, kutsal ve meşru olabilir mi?

Yoksa, Tanrı, “ateşte yakılarak” “Tofet’te” putlara sunulan “oğullar ve kızlar kurbanlarını” nefretle kınadığı için; Hz. İbrahim’den de böyle YÜREKLERİ PARÇALAYAN, VAHŞİ bir şey istememiş; “Aklından da geçmemiş, Emretmemiş midir?” Yoksa bu TRAJİK VAHŞET OLAYI da, uydurularak Tevrat’a sonradan mı sokulmuştur? “Böyle bir şeyi Ben emretmedim. Aklımdan da geçmedi, böyle şeyler bana kötü ve mekruhtur” diyen Tanrısal açıklamalar gayet net ve berraktır!

Acaba şimdi hangisine inanmalıyız? Trajik, acı, korku ve vahşet saçan, Hz. İbrahim’in tanrısının, İshak’ı kurban isteme olayına mı? Yoksa “Tofetteki” olaya bakarak: “Ben böyle bir şey emretmedim, aklımdan da geçmedi, bana bunlar kötü ve mekruhtur” diyen, Yeremya’nın Tanrısına mı?

Gerçi Hz. İbrahim’in Tanrısı, İshak öldürülünceye ve ateşte yakılıncaya dek gitmemiştir. Ama ne fark eder ki? Yöntem, kopya, uygulama, istem, örnek “Tofet’tekinin” aynıdır! Unutmamak gerekir ki, Hz. İbrahim her ne kadar oğlunu yakılan kurban olarak sunmadı ise de; karar verme sürecinde, oğlunu kurban edecek yere götürünceye dek; oğlunu bağlayıp mezbaha yatırıncaya dek, ateşi tutuşturuncaya dek; boğazlamak için bıçağını havaya kaldırıncaya dek..., yüreği kan ağlamış, param parça olmuş; biricik oğlunun yaşamasını çoktan gözden çıkarmış; İshak ise ölümün kıyısına gelmiş, korkudan ölüp, ölüp dirilmiştir!

Burada kimse demesin ki: “Ama İbrahim’in Tanrısı, diğer kurbanlar gibi İshak’ı öldürmesine izin vermedi.” Ne fark eder ki? Her ikisi de ölümün en son eşiğine, en dip kenarına kadar gittiler! İbrahim kesin kararla oğlunu öldürmeyi göze aldıktan sonra; İshak, mutlaka öldürüleceği korkusuyla ölüm anını yaşadıktan sonra, fark eden bir şey kalır mı? Ölüm acısı, korkusu sınırına dek yaşanmıştır!

TEVRAT TORTUSUNUN “DENEME” KALINTILARI İNCİL’DE!
“TANRI ŞEYTANI KULLANIYOR!”

Tanrı’nın ilginç bir “deneme” olayı daha var: Bu da “Vahiy, Esinlemede!” Tanrı, şeytanı tutar ve bin yıl süreyle, dünyada etkisiz kılarak cehenneme hapseder. Bu süreç içinde dünyadakiler şeytandan kurtulur ve muaf kalırlar. Tabii bu bin yıl içinde birçok insan doğmuş ve büyümüştür. Bunlar, şeytan saldırısının olmadığı bir dönemde yaşamışlardır. Tevrat tanrısının “deneme” tortuları buraya da aktarılmış olmalı ki; tanrı, şeytansız bir dönemde, bin yıl yaşayan insanların itaatini ve bağlılığını DENEMEDİĞİ için bilememektedir!

Bu yüzden Tanrı, insanların itaatini öğrenmek için, yine denemek ister. Peki, tanrı insanların itaatini nasıl öğrenecektir? Eskiden beri uyguladığı aynı formülüyle: Yani, 1.- İlk insanı, yılan kılığına giren Şeytanla denediği gibi; 2.- İbrahim’i Oğlu İshak’ın kurban acısı ve trajedisiyle denediği gibi; 3-. Eyub’a, Şeytanın korkunç hastalık vermesine izin vererek denediği gibi...; aynı yöntemini uygulayacaktır.

Tanrının denemesine ve de öğrenmesine yardımcı olan, eski emektar işçisi şeytanı, bağladığı cehennemden, tanrı tekrar çözecek; şeytansız dönemde yaşayan insanları kışkırtması için onların üzerine tekrar salıverecektir. (Bak. Esinleme 20:1-3, 7-8.) İşte, tanrı yine bu denemesi sayesinde; Şeytanın kışkırtamadığı kişilerin “sadık;” kışkırtabildiği kişilerinse “sadakatsiz” olduklarını öğrenecek, anlayacak ve bilecektir!

Tanrı’nın deneme, imtihan, tecrübe etme, öğrenme, bilme işine yardım eden, eski emektar işçisi şeytana, biz de: “Ehhh, ey, Şeytan! tanrının eski emektar işçisi! Haydi bakalım, sana da kolay gelsin!” Dersek kötü mü olur yani. (?!)

KUTSAL KİTAPTA DOĞRU “TANRISAL ESİNLER” DE VAR!

Tanrıyı alçaltan, aşağılayarak aciz insan durumuna indirgeyen ve gerçek teolojiyi bozan bu gibi acımasız, uyduruk “tanrı esinlerinin” yanında; gerçek Tanrı özelliğini yansıtan doğru “Tanrısal esinler” de vardır Kutsal Kitapta! Örneğin: Yakup 1:13-14. de şöyle yazılıdır: “TANRI KİMSEYİ DENEMEZ !” vs.

YORUMUN İKİNCİ YÖNÜ:

SEÇENEK, ÖZGÜR İRADE VE “ROBOT OLMA” MASALI !
“SEÇENEK” KONUSU: No: (1)

2.- “Tanrı onlara seçmek için özgür irade vermişti. Kötülüğü seçmek olanakları olmasaydı, özgür olmazlar ama robot olurlardı. Robot gibi değil, ama kendi arzularıyla tabi olmalıydılar. Maalesef, ilk insan özgür iradeleriyle kötülüğü ve itaatsizliği seçerek günah işledi. Tanrı onları uyarmıştı. Bu yüzden Tanrı sorumlu değildir. Kötüyü seçtiği için insan sorumludur...” Şimdi de bu tür bir yorumun doğruluğunu araştıralım.

GERÇEKTEN “ÖZGÜR İRADE VE SEÇENEK” VAR MI?
“SEÇENEK HAKKI VE ROBOTLUK ” FİYASKOSU!

Önce şu doğal örnekle başlayalım: Dünyaya gelen hangi insana, istekleri ve kararları sorularak “seçenek ve özgür irade” tanınıyor? Dünyaya gelen hangi insana bu dünyanın dinsel, mezhepsel, inançsal, sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel... durumları gösterildikten sonra: “Aşağıda böyle bir dünya var. Oraya gitmek ister misin? Hangisini seçersin? Falanca ülkede, ailede, kültürde, dinde, ekonomide, sosyal, siyasal şartlarda, risk ve tehlikelerde... büyüyecek ve yaşayacaksın. Bunları bilerek oraya gitmeye ve bu şartlarda yaşamaya razı mısın? ...” diye kime soruluyor? Kimin seçeneği veya kararları alınıyor?

İnsan dünyaya geleceği zaman, “Bak, şöyle ... bir dünya var. Oraya gitmek ister misin?” diye kime soruluyor ve seçeneği alınıyor? Ülkesini, ailesini, kültürünü, geleneklerini, ismini, rengini, dilini, dinini, mezhebini... seçmesi için başlangıçtan kime “seçme hakkı” veriliyor? İnsan doğduktan sonra da, ister istemez kaderi olarak, ortamına alıştırılıyor, sevdiriliyor ve benimsetiliyor!

AĞLAMA ÇIĞLIKLARI” İLK PROTESTO!

Trajedi dolu bu kahpe dünyaya gelen hangi bebek “kahkahalar atarak, gülümseyerek, güler yüzle, sevinçli, memnun olarak” doğmuştur? Dünyaya gelen her bebek, ağlıyor, çığlık atıyor, bulunduğu ortamı protesto etmiyor mu? Sanki ilerde başına gelecek kötü şeyleri biliyormuş, haberi varmış gibi, huzursuzluk içinde, bulunduğu ortamın ilk protestosunu ediyor! Sanki, “bana seçim hakkı vermediler... irademi sormadılar... bana dayatma yaptılar...” der gibi; bu bozuk sisteme alışıncaya dek ağlamalarını, huzursuzluklarını dile getiriyor!

Kendilerine dayatılan “emri vaki” ye ve “kaderlerine baş eğerek” dünyaya gelmelerine protesto ediyorlar! Yaşamın ilk protestosu, bebeklerin ağlama çığlıkları değil midir?

Şöyle ki, insana daha ilk başlangıcından “seçme hakkı ve özgürlük” verilmiyor ve her şey “oldu bitti” ye, “emri vaki” ye, “kadere” bağlanıyorsa; İnsan tehlike ve risklerle dolu bu KAHPE dünyaya geldikten sonra, ona verilen sözde “özgürlük ve seçenek”; günahlılıktan, dertlerden, trajedilerden, acılardan, haksızlıklardan... başka neye yarıyor ki? “Doğmak, ölmek ve yargı kaderimiz” olduğun gibi: (İbr.9:27.) Günahlı olmak da maalesef kaderimiz olmuyor mu? Demek ki, “özgür irade ve seçenek” denilen kavram, kaderin eli ve iradesi altında bulunuyor!

İNSAN, ANA RAHMİNDEN GÜNAHLA “FİŞLENMİŞ!” DAMGALI !

İnsanın daha ana rahmindeyken “günahkar” olarak damgalanması veya “fişlenmesi” de, “özgür iradeye ve özgür seçime” olanak vermez! Dindeki şu “kader” dayatmasına da bir bakın! Cenin bebek henüz ana rahminde! Henüz göbek bağıyla annesinden besleniyor. Henüz düşüncesi, bilinci, kararı, sözü, iyi veya kötü işi yok... Ama şu dinin “azizliğine,” (?!) insanı “GÜNAHKAR” kılmağa can atan arzusuna bir bakın! Rahimdeki bu masum cenin / bebek, birden “günahkar” olarak DAMGALANIVERİYOR!

İşte kanıtı: ”Anam bana günah içinde hamile kaldı ve ben günah içinde doğdum.” (Mez. 51:5.) İyi veya kötü hiçbir eylemi yokken, rahimdeki bebeğe dayatılan bu “günahlılık kaderi” karşısında; “özgür seçenek ve iradeden” söz etmenin anlamı, basireti olur mu? Bilgeliği, dürüstlüğü kalır mı?

“Özgür irade ve seçenek” iddiasının diğer bir yalanı da işte budur: Kader dayatmasıyla, insan bu dünyaya gelince; daha henüz bilinci, kötü işi veya hiçbir şeyden haberi yokken... “günahkar” damgasını yemektedir! “Anam bana günah içinde gebe kaldı ve ben günah içinde doğdum.” (Bak. Mezmur 51:5.)

“Özgürlük ve seçeneğin” güzelliğini; (?!) Tevrat tanrısının dürüstlüğünü, hakkını, adaletini, sevgisini, azizliğini... (?!) görebiliyor musunuz? Ana karnındaki cenin hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeyden haberi olmadan... sadece doğal göbek bağıyla beslenirken, “günahkar” olarak damgalanmaktadır! “Özgür seçenek” bu mudur? Hak bu mudur? Adalet, dürüstlük, sevgi, merhamet... bu mudur?

İnsan istese veya istemese de, beğense veya beğenmese de, kararı alınmadan, seçeneksiz ve özgürlüksüz bir ortamda; kadersel bir dayatmayla dünyaya gelmeğe mecbur ediliyor. Sonra da kişi, içinde bulunduğu ortama ısındırılıyor. İnsanın dünyaya gelirken seçme şansı ve karar verme özgürlüğü yoktur. Tersine “kader”dayatmasıyla dünyaya geliyor. 1-.Dayatılan “kaderle” insan dünyaya geldiği halde; 2-. Yine kader dayatmasıyla insan doğar doğmaz “günahkar” olarak damgalandığı halde; daha hala “özgür irade ve seçenekten” söz etmenin anlamı olur mu? Bu, artık kuyruklu bir yalan olmaz mı? Demek ki KADER, özgür seçeneğin gücünü kırıyor ve pasif yapıyor.

İşte, insana uygulanan kaderin güzelliği ve azizliği! (!?) İnsan kendi seçeneğiyle ve iradesiyle bu günah bataklığı olan dünyaya gelmediği halde; dünyada yaşadıklarından sorumlu tutulması dürüstlük mü? Özgürlük ve seçenek mi? Hak, adalet, kutsallık ve sevgi mi? Bu kaçınılmaz gerçekler, “özgürlük ve seçenek” palavrasını silip süpürdüğü gibi; galiba “cehennemin tüm ateşini de” söndürebilecek güce sahip bulunuyor!

İLK SORUMLULUK KİME AİTTİR?

“Tanrı insanı, uyardığı halde, insan özgür iradesiyle itaatsizliği ve kötülüğü seçti ve günah işledi. Bu yüzden Tanrı sorumlu değil, insan sorumludur...” diyenler, yukarıdaki kaçınılmaz gerçekleri göz ardı etmektedirler. Aciz, zayıf, güçsüz insan “İnsan sorumu” oluyor da, Her şeye güçlü Tevrat tanrısı neden sorumlu olmuyor? İnsanı önceden uyardığı için mi? Tevrat tanrısı, yarattığı kırılgan insanı uyarmadan önce; daha yaratmadan önce: A.) İnsanın uyarıları dinlemeyeceğini; B) Yasaklamaları çiğneyeceğini; C) Özgür iradesini kötüye kullanılacağını, Ç) İtaatsizlik edeceğini... bilmiyor muydu? Biliyordu ise, böylesine zayıf ve kırılgan insanı niye yarattı? Cehenneme atmak için mi yarattı? Sorumluluk veya sorumsuzluk, şimdi nerede kalıyor?

Zavallı, aciz insanı suçlamak çok kolay! Çünkü sizi cehenneme insan atmayacak! Ama “Tanrı sizi cehenneme atacak” diye bir “korku inancı” üretilmiştir. “Tanrı’nın Cehenneme atacağı korkusu,” dinde üretilen her tür çarpık inançları, itiraz etmeden kabul ettirmek için bir KOZ olarak kullanılıyor! “Eğer Tanrıyı sorumlu edersek, sonra kızıp da bizi cehennemine atarsa halimiz ne olur?” Korkusuyla, her tür zırvalığa, mantıksız ve saçma inanca inanmak zorunda mıyız? Tanrıyı kızdırmamak ve Cehenneme atılmamak için; din dünyasında cahil insanların ürettikleri her tür çarpıklığı ve sapıklığı kabullenmek mi gerekir?

YÜZEYDE KALMA! DERİNE İN!

İnsanı suçlamak, topu yokuş aşağı yuvarlamak gibi bir şey! Her şeyde insanı suçlayan yoruma yüzeyden baktığımızda doğru gibi görünüyor. Ama biraz daha gerçekçi ve objektif olup, biraz daha derine indiğinizde olaylar öylesine değişiyor ki... Yüzeyde kalmamak ama biraz daha derine inmek ister misiniz?

ŞEKİL ALAN, VAR OLAN HER VARLIK, HER OLGU,
NEREDEN KAYNAKLANDI?

“Her şey varlığını Onda sürdürmektedir” (Bak. Kol. 1:17.) ayetini iyi algıladığımızda, şu sorularla karşılaşırız: “Şeytan, itaatsizlik, kötülük, günah,” denen şeyler; insan iradesinin kararları, meyilleri, eğilimleri, arzuları nereden çıktı? Nasıl var oldu? Bunları insanın bünye mekanizmasına kim koydu? Kim yön verdi ve işlerlik kazandırdı? Dünyamızda işleyen tüm olgu, fiil ve eylemlerin şimdiye dek sürdürülmesine kim izin verdi ve müsaade etti? Şeytan, kötülük, günah, itaatsizlik... gibi olguları, insan mı yarattı? Sonra da yarattığı bu marjinal şeyleri kullanmak için, bünye mekanizmasının cebine mi koydu? Sonra da cebinden çıkarıp kullanıyor mu?

Dünyada ruhsal veya fiziksel madde, obje, kavram, olgu, eylem, karar, irade, düşünce, fikir, fiil, hayal, arzu, istek, eğilim, meyletme... gibi; Tanrı’nın yarattığı TÜM OLGULAR, yani “HER ŞEY, varlığını Onda (yani TANRIDA) sürdürmekte” olduğu yazılıdır. Yaratılan, var olan her şey, HER ŞEY, Yaratıcısından kaynaklanmıyor mu? Ruhsal varlıklar veya insanlar, yoktan herhangi bir şeyi var edebilirler mi? Yaratabilirler mi? Tanrıdan başka Yaratıcı var mı?

Yaratıcının var olmasını istemediği hangi şey var olabilmiş ve varlığını sürdürebilmiştir? İyi veya kötü, güzel veya çirkin, sevimli veya korkunç, kutsal veya günahlı, gururlu veya alçak gönüllü, sağlıklı veya hastalıklı, olumlu veya olumsuz, negatif veya pozitif... birbirinin zıttı neler varsa; hepsi de Tanrının yüce Egemenliği, denetimi, kontrolü, hakimiyeti, izni, müsaadesi altında, hepsi de, her şey de, varlığını Tanrının izniyle sürdürmüyorlar mı? O halde ilk sorumluluk kimin olur? Evrende en büyük, en ulu kimse, ilk sorumluluk onun olmaz mı?

Bu düşüncesiz ve uyduruk iddiaya göre: Tanrı, insana “özgür irade ve seçenek” vermeği ve “yasak” koymağı tasarlarken; ilerde insanın itaat etmeyeceğini; yasakları çiğneyeceğini, özgür seçeneğini kötüye kullanacağını; önceden bilmiyor muydu? “Özgür seçenek veya yasakla” tanrı insanla bir “şans, talih oyunu” mu oynuyordu? Veya bir “deneme” mi yapıyordu? İnsanın başına gelen ve gelecek olan kötü olayları, Tanrı’nın önceden bilemediği sürprizler miydi?

Tanrı için önceden bilinmeyen, beklenmeyen sürprizler var mı? İnsanın bireysel kararları, arzuları, seçenekleri, iradeleri, meyilleri veya eğilimleri; Tanrı için sırlı, gizli, içinde ne olduğu bilinmeyen kapalı bir kutu gibi midir? Tanrı, yarattığı her şeyin ne olduğunu ve ilerde ne olacağını ayrıntısıyla mükemmelce bilmez mi?! İnsanın tüm meyillerini, eğilimlerini, iradesini, kararlarını, atacağı tüm adımları çok öncesinden kusursuzca, mükemmel olarak bilir!

Tanrı ezeli ön bilgisiyle, var olmasını istemediği hiçbir şeyi yaratmadı. İşlemesini veya var olmasını istemediği her hangi bir şeyi de kolayca engelleyebilir, önleyebilir ve yok edebilir! Var olan ve işleyen HER ŞEY, Tanrının iradesiyle vardır ve izniyle işliyordur!

Şu halde, Tanrı ezelden ebede dek, evrende ve dünyamızda ne olmasını istemişse, O olmuştur; şimdi, O olmaktadır ve ilerde, gelecekte de O olacaktır! Ne olmasını istememişse, onlar zaten olmamıştır ve yoktur.

Biraz derine iner ve objektif olursak, bunları çok kolayca bilebiliriz! Uzman olmaya gerek yoktur! İnkar edilemez bu temel gerçekler karşısında yine de: “TÜM SORUMLULUK İNSANINDIR” diyebilir misiniz? Eğer bu inancınızı sürdürürseniz, insanı, “TANRININ ÜSTÜNDE” SORUMLU TEK EGEMEN yapmıyor musunuz?

GÜNAH İŞLEYEBİLMEK İMKANI
“ÖZGÜRLÜK VE SEÇENEK” MİDİR?

Günah işleyebilme imkanına “özgürlük ve seçenek” diyenler; şu örneği vermeme lütfen izin versinler! Bir lokantada şöyle bir reklam tabelası vardır: “Sayın müşterilerimiz! Lokantamızda lezzetli yemekler, etliler, sütlüler, tatlılarla beraber; robot olmayasınız ama seçeneğiniz ve özgürlüğünüz olsun diye, zehirli yemeklerimiz de var. İstediğinizi seçin! Diğer lokantalarda bizde olan zehirli seçenekler olmadığı için; oraya giderseniz, özgürlüğü ve seçeneği olmayan robotlar olursunuz!” Böyle bir lokantanın derhal kapatılacağını, işletenin de, ya tımarhaneyi, ya da hapishaneyi boylayacağını bilirsiniz!

Oysa günah veya kötülük, zehirden daha da korkunçtur! “Zehirli yemek,” hiçbir zaman “seçenek veya özgürlük” olmayacağı gibi; “zehirsiz yemek” de hiçbir zaman “robotluk” olmayacaktır. Bunun gibi de, günahı veya kötülüğü işleyebilme imkanı, asla “özgürlük ve seçenek” olamaz! Aklı yerinde olan hiçbir insan, hiçbir platformda asla “zehri” “seçenek” olarak sunmaz. Bunu sadece ya zır deliler, ya da öldürmek niyetindeki düşmanlar yapar!

BU TÜR YORUMLAR AKILLI İŞİ Mİ? YOKSA ZIR DELİ İŞİ Mİ?

Ama maalesef aklı yerinde olmayanlar, zehirden daha korkunç olan “günah işleyebilme imkanını,” “özgür irade ve seçenek” adı altında insanlara kolayca, serbestçe ve yüz yıllarca ikram ediyorlar ve yutturuyorlar! Bu tür zır delileri de kimse tımarhaneye ya da hapishaneye atamıyor! Tam tersine, dine veya mezheplere sokulan böyle ilkel; zehirden daha berbat, çarpık, akılsız yorumları “kutsal inanç” olarak yerine oturtuyorlar! Yeri ve zamanı gelince de, zehir yemekten daha berbat olan “günah işleyebilme imkanını,” “seçenek ve özgürlük” adı altında insanlara “kutsal inanç” olarak empoze ediyorlar!
Günah işleyebilme imkanını, “robot olmamak ama özgürlüğü ve seçeneği olmak” olarak iddia edenler; maalesef zehirli yemek sunan örnekteki lokantacı gibi “zır delilik” etmiyorlar mı?

“ÖZGÜR İRADE” DOKUNULMAZLIK ZIRHI MIDIR?

Örneğin: Bir Milletvekili trafik suçu işler. Trafik polisine kimliğini gösterince, serbest kalır. Çünkü “dokunulmazlığı” vardır. Tanrı, insana “özgür irade ve seçenek” vererek, Kendi Egemen gücünü bile engelleyebilecek bir dokunulmazlık mı vermiştir? İnsan bu dokunulmazlık içinde her kötülüğü yapabilir. Tanrı müdahale etmek ister ama EDEMEZ! Çünkü, ne yazık ki insana “özgür irade ve seçenek” gibi bir dokunulmazlık zırhı vermiştir! “Özgür irade ve seçeneğin” dokunulmazlık zırhı, her şeye güçlü Tanrının ellerini, kollarını çaresizlik içinde bağlamaktadır! (!?)

“ÖZGÜR İRADE VE SEÇENEK” DOKUNULMAZLIĞI YÜZÜNDEN
ÜZÜLEN, PERİŞAN VE ÇARESİZ KALAN BİR TANRI!

Tanrı kötülüklere neden kaba gücüyle müdahale edemez acaba? Sadece bir uyarıyla yetinir ve daha ileri gidemez? Çünkü saçma iddiaya göre, insanın “özgür irade ve seçeneğinin” Tanrıyı etkisiz eden büyüleyici gücü vardır! İnsana verdiği “özgür irade ve seçenek” dokunulmazlığı yüzünden, tanrı imkansızlıklar, perişanlık ve çaresizlik içinde üzülür! Başlattığı şey kötü sonuçlandığı zaman da, önceden bilemediği için pişman, nadim olur ve “yüreğinde acı duyar.” (Bak. Yar. 6:6-8.)

“Özgür seçenek” dokunulmazlığı yüzünden, tanrı gücünü kullanarak kötülükleri engelleyemediği için, sadece sözlü bir uyarı yapmaktan ileri gidemez! İlerisini göremeyen, yaptığı işin nasıl sonuçlanacağını bilemeyen, işler kötüye gidince nadim ve pişman olan, yüreğinde acı duyan (Cehennem acısını tarih boyu yüreğinde yaşayan...) bu ZAVALLI tanrıya ben de acıyayım mı acaba, ne dersiniz. !?

İLGİNÇ BİR DİYALOG!
TANRI DA İNSAN GİBİ „ACI ÇEKİYOR“ MU?

Sayın Okuyucumuz! İlgi alanınız veya algılama yeteneğiniz bizimkisine benziyorsa, aşağıda size de ilginç gelen bir diyalog sunacağız. Konusu: “Acı çeken Tanrı!” Tanrıya “insanın günahları” acı çektiriyormuş! Günah yoğunlaştıkça, Tanrının çektiği acı da yoğunlaşıyormuş! Şöyle ki, yoğunlaşan günah yüzünden, Tanrının çektiği acı “işkence boyutuna” çıkarmış! Bu açıklamalar, bana verilen Protestan kökenli “Gerçeğe Doğru” adlı derginin (Tarih: Nisan 2008. Sayı: 20. Sayfa 19 da) “Acı çekmek ve Tanrının isteği” başlığı altında “Tanrı Kendisi Acı Çeker” paragrafında anlatılıyor.

Konunun yazarı “Wolfgang Hade,” böyle bir inanç açıklamasıyla, bir ara çelişkiye düştüğünü, yani baltayı taşa vurduğunu, şu soruyu sorarak fark ediyor: “Acaba Tanrının acı çekmesi Onun değişmez ve mutlak karakterine aykırı değil mi?”

Yazar “Wolfgang Hade” bu sorusuyla, her şeye gücü yeten, sonsuzlarca Egemen olan yüceler Yücesi Tanrının, “acı çeker” durumda olmasıyla; zavallı ve acınacak bir konumda; imkansızlıklar, acizlikler, perişanlıklar, çaresizlikler içinde kıvranarak; avuçlarını ovuşturur duruma düşürüldüğünü gayet iyi biliyor. Biliyor ama, sonra bu fahiş çelişkisini “Kutsal Kitaba” dayandırarak yok etmeye çalışıyor.

Neyse, biz daha fazla uzatmadan, isterseniz yaptığımız röportajın aşağıdaki diyaloguna geçelim. Diyalogdaki kısaltmalar: (A.Y.) “Araştırmacı Yazar” ve (P.İ.) “Protestan İmanlısı” olarak okunmalıdır.



A.Y. “Bayım, bana verdiğiniz derginizde ilginç başlıklar var. Ama bana en ilginç geleni, ‘Tanrının acı çektiği’ başlığı idi. Lütfen bana açıklar mısınız? Tanrı niçin acı çekiyor ve bu ne zaman başladı?”

P.İ. ‘”Efendim, bunu sadece biz söylemiyoruz. Kutsal Kitapta bu konuda ayetler var. Sadece iki örnek vererek yetineyim: Yaratılış kitabında 6. bölümde, insanların günahları çoğalınca “Tanrı yüreğinde acı duyduğunu” yazar. (Yar. 6: 5-6.) İlk başlangıcı ise, ilk insanın işlediği ilk günahtır.”

A.Y. “Yani yanlış anlamadımsa, ilk insan yaratılmadan ve günaha düşmeden önce Tanrı evreninde acı, macı duymuyordu. İnsanı yaratması ve onların günaha düşmesi Tanrının rahatını bozdu. Acı duymasına neden oldu; Tanrı, insanı yaratarak, acı çekmeye başladı ve başının belasını aldı, demek istiyorsunuz.”

P.İ. “Hayır efendim, Tanrının başının belası, melası yok, bunu siz söylüyorsunuz.”

A.Y. “İyi de, günah az olduğu zaman Tanrının acısı az, çok olunca Tanrının acısı da çok oluyor; yani, Tanrıya; “az günah karşısında az acı, çok günah karşısında çok acı çeken biri ” diyebilir miyiz?”

P.İ. “Efendim, bu sözlerle nereye varmak istiyorsunuz?”

A..Y. “Şuraya: Günah çoğalıp doruğuna varınca Tanrının acısı da doruğuna varıyordur. Bu durumda Tanrının acısı, işkenceye dönüşür. Yani, Tanrının da kendine ait bir ‘Cehennemi’ var demektir! İnsanı yarattığından beri, Tanrı da bu cehenneminde yoğun işkenceler çekiyordur...”

P.İ. “Efendim bakıyorum da siz gırgır geçiyorsunuz! Önemli konularla alay ediyorsunuz...”

A.Y. “Tanrısal konuları hafife almak, gırgır geçmek, alay etmek ne haddime? Asıl siz bu yargıyı verirken; veya yargısız infazınızı yaparken, inancınızla ifade ettiğiniz alayınıza hiç dikkat ettiniz mi? Her şeye gücü yeten, sonsuzlarca Egemen ve Hakim olan yüceler Yücesi Tanrıyı, ‘acı çeker’ durumda göstererek, zavallı ve acınacak bir konumda, imkansızlıklar, acizlikler, perişanlıklar, çaresizlikler içinde kıvranarak, avuçlarını ovuşturan duruma düşürdüğünüzün ayıbını, hakaretini, küfrünü, alayını, gırgırını... niçin görmüyorsunuz?”
“Bir örnek vereyim: Hani, servetinin miktarını hesap edemeyen ‘Petrol Kralları’; veya 1. sınıf H0lding sahipleri olur ya, işte bu Holding sahiplerinin veya petrol krallarının, parası pulu olmayan 0zavallı, yoksul ve fakirlerin çöplükten karınlarını doyurmaya çalıştıkları gibi; petrol krallarının veya holding sahiplerinin de tıpkı yoksul, fakirler gibi, gidip de çöplükten karınlarını doyurmaya çalışmalarına benzetiyorum yüce Tanrının acı çekmesi inancını veya öğretisini!”

P.İ “Beyim, size daha önce söyledim! Bunu biz değil Kutsal Kitap söylüyor!”

A.Y. “Bu daha da kötü ya? Keşke sadece siz söyleseydiniz ve Kutsal Kitapta yazılı olmasaydı! Eğer Kutsal Kitap: ‘Nezle ve grip mikrobunu Tanrı yaratmıştır. Bu yüzden Tanrı da ara sıra nezle ve grip olur’ diye yazsaydı, Kutsal Kitap yazdı diye buna da mı inanacaktınız? O yüceler Yücesi, her şeye anında gücü yeten Tanrının acı çekmesi gibi, böyle bir hakaretin, küfrün, aşağılamanın, ‘Tanrı Kitabında’ yer alması; bu olayın korkunçluğunu, fahiş hatasını ortadan kaldırır mı? Bu çok, çok daha utanç verici bir durum değil mi?”

P.İ. “Siz Kutsal Kitaba saldırıyorsunuz! Bu tartışmanın bir yararı yok.. Burada keselim isterseniz..”

A.Y. “Durun lütfen! Biraz yavaş olun! Hemen diyalogu keserek kaçmaya çalışmayın.. Kim Kutsal Kitaba saldırıyor? Kim onu savunuyor? Gerçekleri ortaya koyalım lütfen!”
“Yineleyeceğim: Karşılaşacağı acı verecek olumsuz olayların üstesinden gelemeyen, her şeye yeten gücüyle acı verecek olayları anında alt edemeyen; tersine acı verecek olaylara yenik düşen, çaresiz kalan, perişan olan, olanaksızlık içinde kıvranan; bu yüzden kah “acı” çeken, kah acısı yükselerek ‘işkence çeken,’ böylesine aciz bir ‘tanrı kavramı’ üreten kimdir? Orijinal Tanrı, Kendisini böyle mi tanımlıyor? Kendisi hakkında böyle mi konuşuyor, böyle mi esin veriyor? Yoksa, Orijinal Tanrıyı kendisine benzeten, aciz, teolojik bilgiden uzak, ilkel, cahil insanlar mı Tanrıya hakaret ediyor ve bu hakareti Kutsal Kitap sayfalarının arasına serpiştirerek Tanrıya ve Kutsal Kitaba mı saldırıyor?”
“Size aşağıda örneğini veriyorum: Toplanan üç beş kişilik Kutsal Kitabı tercüme heyetleri, 2001 Ağustos baskısında, Sül. Özdeyişleri 8:22 ayetinde, orijinal İbrani’ce sözcükte tam altı anlama gelen ‘Qanah’ sözcüğünde, Tanrının bilgeliğini ‘yaratmak’ gibi bir uzak bir anlamı seçen heyetler, kolaylıkla yüce Tanrıyı, ‘kendine bilgelik yaratan” bir zombi durumuna getirdiler de kimse itiraz etmedi ve kınamadı. Kendine bilgelik yaratan zombi durumundaki içler acısı tanrı, hala kitaplarda kullanılıyor. Oysa, ‘Qanah’ sözcüğünde Tanrıya yaraşır anlamlar da ifade edilmektedir. Yani, ‘beni yarattı’ yerine, ‘bana MALİKTİ’ veya ‘ bana SAHİPTİ. Cahil ve şerefsiz tercüme heyetleri, gittiler ve ne uyuşmaz, en kötü anlamı Tanrıya ait ettiler.”
“Bir örnek daha vermeme izin verin lütfen! Siz, imanlı bir Protestan olarak, -Tanrı korusun, - çocuğunuz kötü bir kansere yakalansa üzülmez ve acı çekmez misiniz? Sorarım size!”

P.İ. “Tabi ki herkes gibi ben de üzülür ve acı duyarım.”

A.Y. “Çünkü herkes gibi, kanser karşısında, iyileştirecek şifa gücünüz yok! Peki, ölüleri dirilten Hz. İsa yanınızda olsa ve anında çocuğunuza şifa vermeye razı olsa, siz de bunu bilseniz, o acınız ve üzüntünüz bir anda yok olmaz, sevince ve şükrana dönüşmez mi?”

P.İ. “Beyim iyi örnek verdiniz ama, Kutsal Kitapta bulunan “Tanrının acı çekmesi” ayetlerini, kimse sonradan Kutsal Kitaba sokmamıştır. Kutsal Kitap ne ise odur. Hepsi de Tanrı esinidir. Tanrı Kutsal Kitabında kendisini böyle tanımlıyorsa, bizim itiraz ve ret etmeye hakkımız olamaz!

A.Y. “Peki, diyelim ki – atıyorum – Kutsal Kitapta şöyle ayetler bulunsaydı: ‘Hastalık mikroplarını Tanrı yaratmıştır. Bu yüzden yarattığı hastalık mikropları veya virüsler Tanrıya da bulaşır. Tanrı bazen nezle, grip, kızamık, su çiçeği, bazen de kansere yakalanır. Tanrı olduğu için onun hastalıkları yıllarca sürer...’ Kutsal Kitap yazıyor diye böyle şeylere de inanır mıydınız?”

P.İ. “Efendim, tamamen saçmalıyorsunuz. Kutsal Kitap böyle yazmıyor. Böyle şeylere inanan kim?”

A.Y. “Yani Tanrının hastalık mikrobu veya virüsü kapacağına inanamazsınız, ama ‘günah hastalığı’ karşısında çaresizce kıvrandığına, perişanlıklar ve imkansızlıklar içinde acı veya işkence çektiğine inanabilirsiniz. Öyle mi? Siz, yukarıda ‘Kutsal Kitabın tüm yazılarının Tanrı esini’ olduğunu söylediniz. Peki, Tanrınızın günahlar karşısında acı çektiğine inandığınız gibi, bir zamanlar ‘zombi’ olduğuna da inanıyor musunuz?”

P.İ. “Hoppala! Bunu da nereden çıkardınız şimdi?”

A.Y. “Şuradan çıkardım: Ağustos 2001 baskılı, Çağdaş (!) Türkçe, İngilizce, Grekçe, Arapça, Süryanice, Ermenice... Kutsal Kitap tercümeleri; Sül Özdeyişleri 8:22. ayeti bunu anlatıyor da ondan! Tanrının bilgelik veya hikmeti, yaratıcı bir Mimar gibi kendisinde bulunmaktadır. (Sül. Özdeyiş. 8:30.) Ancak, Tanrının bilgelik veya hikmeti, ezelden beri kendisinde bulunmamaktadır. Bu özelliklerin kendisinde bulunmadığını, yaratmaya başlayacağı zaman Tanrı fark eder. Bu eksikliğini Tanrı fark edince de, bu durumda yaratamayacağını anlar. Bu durumda yapması gereken ilk şey, kendisinde bilgelik yaratmaktır.”

“Bilgelikten ezelden beri yoksun olan tanrı, bu durumuyla kendine ilk olarak nasıl bilgelik yaratır, o da çözülmesi olanaksız bir bilmecedir. Bu çözümsüz bilmece bir yana, yaratacağı zamana dek tanrı bilgelikten yoksun, beyinsiz veya beyini hasarlı “zombiler” gibi var olmuş ve yaşamıştır. İşte Sül. Özdeyişleri 8:22. ayeti bu harika gerçeği (!?) veya göksel esini (!) bir “ayet” olarak sunmaktadır. Eğer tanrı kendine “ilk olarak bilgelik yaratmışsa,” bu da açıkça demektir ki, ezelden beri yarattığı o ana dek bilgelikten yoksun, beyisiz veya beyin hasarlı bir zombiye benziyordu!”

“Bilgelik veya hikmetten yoksun bir tanrı, yaratmaya başlayacağı zaman, kendisindeki bu eksikliğin farkına varır. “Bilgeliğim olmadan yaratamam” der. “Yaratmaya başlayabilmem için ilk önce kendime bilgelik veya hikmet yaratmalıyım” der ve “ilk önce kendine bilgelik yaratır!” (Bak. Türkçe çağdaş tercüme Sül. Özdeyişleri 8:22.).

“Kitabı Mukaddes Şirketi, tercüme heyeti olarak adamlar tutar, onlara maaş vererek, yaptıkları böyle fahiş hatalı tercümeleri onaylar. Sonra da bu tür fahiş hatalı “Kutsal Kitapları” (!) kullanılmaya sunar. Yüz binlerce basar. Bu fahiş hatalı Kutsal Kitaplar, kiliselerde, evlerde, kütüphanelerde, kitapçılarda... baş yerlerini al1r. Sekiz yıl geçmesine rağmen kimse itiraz veya protesto etmez. Şimdi tekrar sorarım size: Kendisine hikmet veya bilgelik yaratan bir “tanrı” var mıdır? Bu SİZİN tanrınız mıdır? Her bir sözü Tanrısal, göksel esin olan Kutsal Kitapta, tanrınız kendini böyle bir zombi olarak mı tanımlıyor?”

P.İ. “Beyim, bu dediğiniz olsa, olsa tercüme hatası olabilir... Tanrımız zombi falan değildir.”

A.Y. “Demek ki, “tümü Tanrı esinidir” dediğiniz Kutsal Kitabın içine, böyle tercüme hataları sokulmuştur. Bunu siz de itiraf ettiniz. Demek ki, Yüce Tanrıyı “bir zombi” yapabilecek türden fahiş tercüme hataları Kutsal Kitabın içine girebiliyor! Demek ki, Kutsal Kitabın tercümeleri Tanrısal koruma altında değil. Demek ki, ellerimizde okuduğumuz tercümelere “katkısız, saf, kusursuz, halis, hatasız, orijinal göksel esin’ diyemeyiz.”

“Buradan da şuraya gelmek istiyorum: Beş – on yıl gibi kısa bir sürede Kutsal Kitap tercümesi bu tür fahiş deformasyona gebe kaldı ise; ilk yazıldığı yaklaşık üç bin yıl sürecinde, ta bize gelinceye dek, aktarıla, aktarıla ne tür deformasyonlara gebe kalmıştır? İşte bu deformasyonlardan bir diğeri de, her şeye gücü yeten yüce Tanrının, kendi Tanrısal özellik veya yeteneğini yitirerek ‘acı duyan’ aciz bir karaktere düşürülmesidir.”

P.İ. “Beyim siz, Hz. İsa’nın çarmıhta acı çektiğine inanıyor musunuz?”

A.Y. “Tabi ki inanıyorum. Ben araştırmacı bir yazar olsam da bir ateist değilim.”

P.İ. “Peki, Hz. İsa’nın Tanrı olarak çarmıh ve öncesinde acı çekmesini nasıl açıklayacaksınız?”

A.Y. “Zannettiğiniz gibi Hz. İsa “Tanrı” olarak acı çekmedi. Onun ‘İnsanoğlu’ diye tanımladığı insansal doğası da vardır. Maalesef yozlaşan Hıristiyanlığın dejenere olan taraflarından biri de, Hz. İsa’yı dünyaya geldiği ve göründüğü şekliyle Onu ‘Tanrı’ yerine koymak olmuştur. İşte bu yüzden de Hz. İsa’yı doğuran o kutsal kadına hak etmediği, küfür niteliğinde isimler vermişlerdir. Yani Hz. Meryem’e ‘Allah’ı doğuran’(astvatzatzin) ve ‘Allah’ın anası’ (astvatzamayr) da demektedirler.”

“Bu durumda (Haşalar olsun) Allah, Hz. Meryem’in rahminde şekil almıştır. Allah, kadının doğum organından doğmuştur. Allah, kadının memesinden süt içmiştir. Allah, “ınga ıngaaa” diye ağlamıştır. Allah, altını ıslatmış ve kirletmiştir. Allah büyümüş arkadaşlarıyla sokakta oynamıştır. Allah, acıkmış, susamış, yemiş içmiş, gelişmiştir. Allah, haçta işkence çekmiştir. Nihayet Allah ölmüştür. Evren üç gün Allahsız kalmıştır. Bu durumda şeytana en güzel fırsat doğmuştur. Allah’ın egemenliğini şeytan gasp etmiş ve “bu dünyanın egemeni” olmuştur. Sonunda da egemenliğini şeytana kaptıran Allah, ‘egemenliğinin gelmesi’ için dua istemiş; (Mat.6:10.) sonunda meleklerinin ordusuyla şeytanla savaşmıştır. Savaşı kazanan Allah, yine eskisi gibi dünyada egemenliğini ve hakimiyetini kazanacaktır. (Bak Vahiy Esinleme 11:15 ve 12:7-10. vb.)”

“Böylece Hz. İsa’nın insansal doğasını ortadan kaldırırsak, Ona her yönüyle “Tanrılık” verirsek, yukarıdaki acıklı olduğu kadar gülünç, yani trajikomik durumlar ortaya çıkarırız. Hz. İsa’nın acı veya işkence çekmesini sadece insansal doğasına verebiliriz. Çünkü Tanrı, acı çekmenin ne olduğunu bildiği halde, acı çekmeye bulaşmaz. Tıpkı günahın ne olduğunu bilip de günaha bulaşmadığı gibi! Tıpkı güneşin altın sarısı ışınlarının lağım üzerine vurup da lağımdan etkilenmediği gibi! Çünkü acı çekmek GÜNAHIN, insan zayıflığının, acizliğin, çaresizliğin ve imkansızlığın sonucudur. Tanrının her şeye gücü yeten, her şeyin üstesinden kolaylıkla gelen özelliği hiçbir zaman azalmaz ve yok olmaz!”

Üstelik, Tanrının acı çekmesini bir tarafa bırakın, tam tersine, Tanrı ‘SEVİNÇLER TOKLUĞUNA’ sahiptir.Yani, her zaman her an, sevincin doruğundadır! (Bak Mez.16:11. 30:11.vb.)”

P.İ. “Beyim görüyorum ki; acı çekmemek hususunda sanki Tanrının avukatı kesilmişsiniz!”

A.Y. “Çok doğru! Gerçi Tanrının avukata ihtiyacı yoktur ama öyleyim! Ben vicdan sahibi bir insan olarak, yoksullara, fakirlere, sakatlara, körlere, topallara, sağırlara, geri zekalılara acıyorum. Ama bilin bakalım, bunlardan kat, kat fazla kime, neye acıyorum biliyor musunuz?”


P.İ. “Nereden bileceğim? Bunu bilmek için kahin ya da ermiş olmalı...”

A.Y. “Söyleyeyim: Biçare zavallılardan ziyade, ACI ÇEKEN tanrınıza ACIYORUM! Ne yapsam da acı çeken tanrınızın acılarını biraz olsun hafifletebilsem diyorum, ama bir yol bulamıyorum.”

P.İ. “Yolunu göstereyim: Günahtan dön, günahlıları geri çevir. Tanrının acılarını hafifletirsin!”

A.Y. “Sözümü daha tamamlamamıştım: Acı çeken tanrınıza acıdığım gibi, günaha çare bulamayan, veya insana verdiği özgür irade ve seçeneğine dokunamayan türden; ürettiğiniz bir inanç sisteminizle, elini kolunu sanki bağladığınız ve böylece tutukladığınız tanrınıza acıyorum!
Dahası aciz insan gibi deneyerek öğrenen, akıllanan, (Yar. 22:1, 12. Mısırdan çıkış: 16:4. vb.)Aciz insan gibi Nadim / Pişman olan: (1. Samuel. 15:29. 15:1.ve Yar: 6:5-6.vb.) Aciz insan gibi şaşıran: (Yeşaya 59:16. 63:5.vb.) Her şeyi bilmesine rağmen, insanın özgür irade ve seçeneğiyle nasıl karar vereceğini bilemeyen... tanrınıza acıyorum!

P.İ. “Lütfen kendinize gelir misiniz beyim? Tanrımız asla tutuklu değildir!”

A.Y. “Doğru söylediniz ama, inancınıza göre: ‘Tanrınız, insana verdiği özgür irade ve seçeneğine maalesef dokunamıyor. İnsan da dokunulmazlık zırhıyla her türlü günahı işleyebiliyor. Bu durumda insana müdahale edemeyen tanrınız, haliyle çok acı çekiyor, üzülüyor...’ Dokunamamanın, müdahale edememenin, imkansızlığın, çaresizliğin olanaksızlığı içinde kıvrandırarak, tanrınızı ACI ÇEKME TUTSAKLIĞINA SİZ SOKUYORSUNUZ!
Daha doğrusu, Ağustos 2001 baskılı “Çağdaş tercümelerinizde” (!) Yüce Tanrıyı, kendine bilgelik yaratan bir zombi yaptığınız gibi; Orijinal, gerçek Tanrı özelliklerini hiçe sayan; kendi insansal aciz, cahil, ilkel düşüncelerini tercüme yoluyla, “göksel esin” aldatmacasıyla Kutsal Kitabın içine, zaman süreci içinde sokan Kutsal Kitap tercüme heyetleri, maalesef yüce Tanrıyla alay ettiler ve ediyorlar. Tutsak ettiler ve de ediyorlar. Buna ses çıkarmayan, aldırmayan, kınamayan, protesto etmeyen ismen, sözde “Protestanlar” da, maalesef bu yanlış tercümelere onay vermiş oluyorlar!”

5.BÖLÜM SONU

GELECEK BÖLÜM


TANRI SORUMLU DEĞİLSE NASIL “EGEMEN” OLUR?

site map


counter